83. Kuruluş Yıl Dönümünde Köy Enstitülerinin Mirasına Sahip Çıkmak Ne Demektir? 

83. Kuruluş Yıl Dönümünde Köy Enstitülerinin Mirasına Sahip Çıkmak Ne Demektir? 

Prof. Dr. Özler Çakır

Cumhuriyet’in bağımsızlık bayrağı, Anadolu Halkına yüzyıllar boyu gün yüzü göstermeyen iki büyük kahredici, baş belası güç olan Emperyalizm yani Cihan Finans-Kapitalizmine ve Saltanata yani Osmanlı Tefeci-Bezirgânlığına karşı “Ya İstiklal Ya Ölüm!” şiarıyla Mustafa Kemal önderliğinde verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın sonucunda göndere çekildi. Doğu gericiliği olan Saltanat ile Batı Gericiliği olan Emperyalizme karşı verilen savaş başarılmış, Cumhuriyet Bayrağı göndere çekilmişti ancak Cumhuriyet devrimcilerinin işi zordu. Çünkü onlar bu her iki gericilik cephesinin kaçınılmaz mirası olan geri bir ekonomi, geri bir toplum, geri bir eğitim devraldılar. 

Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında, devrimin önder kadroları önemli reformlar yaptılar. Özellikle de eğitim alanında. Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkede okuryazar sayısı % 5’in altındadır. Ve nüfusun da % 80’den fazlası köylerde yaşamaktadır. Bu büyük köylü kitlesine ulaşabilmeyi amaçlamıştır Cumhuriyet Devrimcileri. Bunun ilk adımını 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kanunu oluşturur.  Bu kanun sayesinde Laik eğitimin temelleri atılmış, öğretim kurumlarının tümü de Maarif Vekâletine bağlanmıştır. Ancak Anadolu halkına bir yandan Saltanatın bir yandan da emperyalizmin yüzyıllardır vurduğu prangaların yaralarını iyileştirebilmek kolay olur muydu hiç? İşte size çarpıcı bir örnek;1930’lu yıllara dair ülkedeki kütüphanelere ve okuma oranlarına yönelik olarak Hikmet Kıvılcımlı’nın TKP’nin Eleştirel tarihi YOL adlı eserinde verdiği istatistikler:

14.7. 1931 günü yayınlanan bir istatistiğe göre, 14 milyon nüfuslu Türkiye’nin kütüphanelerinde yeni harflerle 5512 kitapçık vardır! Yani 2-3 bin kişiye bir kitap düşüyor!

Bu rakamlar Türkiye’de kapitalist uygarlığın bilim dağarcığının nicelik görünüşüdür. Aynı dağarcığın nitelikçe içyüzü büsbütün yamandır. 1930 yılı, en aydın Türkiye şehri olan İstanbul’un bütün kütüphanelerine 49.755kişi girmiş çıkmış. Demek 700 bin kişilik bir şehirde bir günlüğüne kütüphanelere girebilen ancak 110 kişi çıkıyor. Başka bir deyimle, İstanbul için her gün bin kişide ancak bir kişicik kütüphaneye uğramak fırsatını bulan mutlu insan oluyor. Burjuva medeniyetinin Türkiye’deki bu meyvesi şaşılacak şey değildir. 

Ancak okunmuş 75 bin 634 kitaptan 56.387’sinin roman olduğunu söylersek, bu oranlar karşısında şaşkınlığa düşmemek elden gelemez. Okunan kitapların %75’i romandır. Kitap okuyanların %114’ü roman okur. Demek bugün İstanbul’da romandan başka bir şey okunmuyor denilirse, büyük bir abartma yapılmış olmaz. (TKP’nin Eleştirel tarihi YOL Hikmet Kıvılcımlı, Kıvılcım Yayınları, Murat Matbaacılık, 1978 İstanbul. s. 65).

Ülkenin ekonomi ve eğitim bakımından o dönemde en ileri şehri olan İstanbul’da durum böyle olunca varın gerisini siz düşünün.

Cumhuriyet Devrimcileri’nin halkla bağını kuracak, reformları halka anlatacak nitelikte kuruluşlar gerekiyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet’te, toplumun kalkınması ve modernleşme için, yalnızca okuryazar oranının arttırılması değil, modern üretim tekniklerinin de tarıma girmesi gerekiyordu. Böylece, köylü geleneksel yöntemleri bırakıp, yeni bilgi ve becerilerle donanacaktı.

İşte bu ülkülerle Laik Cumhuriyet’in “Eğitim Devrimcileri” Hasan Ali Yüceller’in, İsmail Hakkı Tonguç’ların  ellerinde yaşam buldu Laik Cumhuriyet’in “Eğitim Devrimi” olan Köy Enstitüleri.

Tarih 17 Nisan 1940. Cumhuriyet tarihimizin en önemli, en özgün eğitim ve öğretmen yetiştirme deneyimi olan “Köy Enstitüleri” çıkan yasayla kuruluyor. 

Evet, özgündüler ama elbette Kurtuluş Savaşı’mızdan çok kısa bir süre önce yanıbaşımızda kurulan genç Sovyetler Birliği’nin eğitim sisteminden esinlenmeler ve etkilenmeler vardı. Çünkü Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mıza hiçbir karşılık gözetmeksizin altın, para, silah ve teçhizat yardımı yaparak çok büyük bir destek sunan Sovyetler Birliği ile dostane ilişkiler geliştirilmiştir. İki ülke arasındaki dostane ilişkiler; “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları”, adlı eserde de çok açık biçimde anlatılmaktadır.  Ekonomik ve kültürel işbirliği sıkıdır. Örneğin Cumhuriyet’imizin ilk Kamu yatırımı olan Sümerbank Dokuma Fabrikaları’nın kuruluş sürecine Sovyetler Birliği maddi ve teknik destek vermiş, fabrikaların kuruluşunda Sovyet uzmanların çalışmıştır. Sovyet etkisi beş yıllık planlarda, sanayi yatırımlarında, Sovyet silahlarının alımında kendini göstermektedir.

Eğitimin de Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süren bu sıcak ilişkilerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Nitekim, eğitimciler Sovyet eğitim sistemini görmek üzere sık sık Sovyet Rusya’ya giderler, Dışişleri Bakanlığı, Moskova Büyükelçiliği’ne raporlar düzenletir.

Enstitülerin yasa ile kuruluşu 17 Nisan 1940 olsa da, öncesi vardır. 

Tonguç, 1935’de İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekâleten atanmıştır. Tonguç için amaç köylüye ulaşmak, köyü kalkındırmaktır. Bu, köyden çıkan, köyü bilen köylü çocukların yetiştirilmesiyle daha etkin olacaktır. Bu amaçla önce askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapmış köylü gençler eğitmen kurslarında “eğitmen” olarak yetiştirilirler. Bunlar köy okullarına köy çocuklarını okutmak için gönderilirler.

Bu uygulamadan olumlu sonuçlar alınınca, 1937’de, bir adım daha atılarak Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da iki “Köy Öğretmen Okulu” açılır. Ertesi yıl Kastamonu Gölköy ve Kırklareli Kepirtepe’de iki okul daha açılır. Bu okullarda öğrenim gören öğretmenler de köyü yabancılamayan, köy okullarında sıkıntısız, ayrıcalıksız yaşayıp öğretmenlik yapabilecek nitelikte köylü çocuklarıdır. Tonguç, Hasan Ali Yücel bakan olunca asaleten İlköğretim Genel Müdürlüğüne atanır (Ocak 1940). Ve süreç, ömürleri Yunus Emre’nin dizelerinde betimlediği gibi
“Şol yel esip geçmiş gibi” çok kısa olmasına karşın, bugün eğitimimizde hâlâ iyi olan bir şeyler varsa, mirası sayesinde sürdürdüğümüz Köy Enstitülerinin Kuruluş Kanunuyla sonuçlanır.

Hangi toplumsal, ekonomik koşullarda, kurulmuştu bu “yaşam ve iş okulları”? Ve neden kapatılmışlardı?

Enstitülerin baş mimarları Yücel’e “Köylerde doğan çocuğun kulağına ilk sözü imam söyler. Ölürken de son sözü söyleyen yine O’dur. Biz, bu iki sözün arasındaki yaşamında, insanların kulağına, gerçeği, doğruyu, iyiyi ve çağdaşlığı söyleyecek insanlar, yetiştiriyoruz!.” Biz öğretmen yetiştirmezsek, o imamlar, o insanların kulağına “hurafeleri” söylemeye devam ederler!”. 

“(….) Biz köylere Kurtuluş Savaşından beri sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri götürecek adamı yetiştirmek isteriz.”

Ve Tonguç’a; 

Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve bilinçlendirilmeli ki, onu hiçbir güç kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin. Ona köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsizce ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler”; 

Cumhuriyetin halletmeye mecbur olduğu en büyük iş, toprak meselesidir. Bu iş düzenlenmedikçe, Türk halkını mes’ut bir hale getirmenin imkânı yoktur.”

Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına ‘insanın insanı sömürmemesi’ adlı bir ders koyardım.” 

Halka medeni bir insan topluluğu halinde yaşamanın ilk bilgilerini öğretme ve bir memlekette halk idaresini gerçekleştirme şartlarının en önemlisi, geniş anlamlı ilköğrenimi parasız ve mecburi kılmaktır. Bireyleri bu çarktan tamamen geçirilememiş milletlerde halkın kendi kendisini idare etmesi mümkün olamamıştır. Bir ulus halk idaresini kuramadığı takdirde onun mukadderatı tek insanın veya küçük bir insan kümesinin eline geçer.” sözlerini söyleten neydi? Bizde bir söz vardır, söyleyene değil, söyletene bak diye. Yücel ve Tonguç’a bunları söyleten gerçeklik neydi?

Şuydu: 1919’da başlayıp 1923’de sonlanan Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız, dışarıda Emperyalizme, içeride ise Hilafete ve Saltana karşı verilmiş bir mücadele idi. Batı kapitalizmi tekelci aşamaya yani Emperyalizm çağına gelmişti. Batı bu haldeyken Osmanlı, hâlâ toprak ekonomisine dayalı, antika üretim yordamını sürdüren bir derebeylik biçimindeydi. Yani sermaye yapısı bakımından üretimle hiçbir ilişkisi olmayan Tefeci-Bezirgân Sermaye, ideolojisi ise bu sınıfın eline geçmiş olan din bezirgânlığıydı. 

  Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde gerçekleşen Cumhuriyet Devrimi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın rüzgârıyla gelişen bir Burjuva Demokratik Devrimi oldu. Devrimciler emperyalist planı bozdular, emperyalistleri bu topraklardan kovdular, emperyalizmle iş tutan Derebeyliğin sembolü Sultan’ı alaşağı ettiler. Ancak bu devrim, tam anlamıyla Batıdaki gibi bir devrim olamadı. Tamamlanamadı.

Neden?

Çünkü tüm doğu toplumlarında olduğu gibi ülkemizde de kökleri taa derinlerde olan ve en ücra köylerde bile toplumun her zerresini ayrık otu gibi sarmalamış olan bu asalak ve sömürgen Antika sermaye sınıfı Batıdaki burjuva devrimlerinde olduğu gibi tamamen yok edilemedi. Toprak devrimi (Demokratik Devrim) yapılamamıştı. Dolayısıyla gericiliğin temeli sosyal sınıflar, derebeylik artıkları, dipdiri duruyorlardı ve halk içinde ekonomik ve toplumsal bakımdan güçlü kaldılar. Kendisi yok olmayan bir sınıfın ideolojisi-dünya görüşü de yok olamazdı.

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından, kısa bir süre sonra, devrimci barutunu yitirmiş olan burjuvazi iktidara iyice yerleşti. Hem de tasfiye edemediği Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân Sermaye ile ittifak yaparak. 

Ve böylelikle karşı devrim süreci de başlamış oldu. Bu nedenle, halkın yararına olacak her eğitim hamlesi de baltalandı. Çünkü eğitim bir üst yapı kurumudur ve ülkemizde 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren ekonomideki egemenliğini perçinleyen biri modern (Finans-Kapital) diğeri antika (Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân Sınıf), iki gerici sermaye, kaçınılmaz olarak üstyapıya da el atmıştır. 

 Eğitim “Nasıl Bir İnsan İstiyoruz?” sorusunun yanıtını verir bir üst yapı kurumu olarak. Ve sınıflı toplumlarda o insanın niteliklerini belirleyecek olan da üretim ilişkilerinde egemen olan sınıftır. Hiçbir egemen sınıf kendi mezar kazıcısı olacak insanın yetişmesine izin vermez.

İşte bu nedenlerle, daha doğarlarken saldırılara uğramışlardı Cumhuriyetin eğitim devrimcileri Hasan Ali Yücel’lerin İsmail Hakkı Tonguç’ların, yaşamlarını adadıkları, yokluklar içinde var edilen, “İş için, iş içinde, işle eğitim” i temel ilke olarak benimseyip uygulayan, okula gelen köy çocuklarını birer halk şefi olarak yetiştiren, tüm dünyaya örnek oluşturan laik ve bilimsel eğitim modeli Köy Enstitüleri. Yarım kalmış burjuva demokratik devriminin ardından, “Milletin Efendisi” nin köylü değil, kendi sınıf iktidarları olduğunu, sırtlan dişlerini göstererek yaptıkları konuşmalarda dile getirmekteydi biri modern diğeri antika iki gerici sermaye sınıfının meclisteki temsilcileri:

Yasa tasarısının görüşüldüğü 17 Nisan 1940 yılında yapılan Meclis Genel Kurulunda, ileride enstitüleri yıkıma götürecek Ortaçağcı-Gerici karşı örgütlenmelerin de mimarlarından olan, Tefeci-Bezirgân sermayenin meclisteki temsilcisi, büyük toprak sahibi Emin Sazak “ korktuğu bir nokta olarak küçük ve büyük köylere verilecek eğitimin eşitlenmesi yerine, büyük köylere daha bilgili kişilerin gönderilmesinin daha iyi olacağını” söyleyerek niyetini belli ederken, Kazım Karabekir üç kez söz alacak ve sonra da ağzındaki baklayı şöyle çıkaracaktı: “Parti programımızda sınıf yok diyoruz. Fakat elimizle kuruyoruz kanısındayım…Köylülerimizi böyle kültür alanında az görgülü aydınların baskısına bırakmayı bendeniz gelecek için çok tehlikeli görüyorum.” (Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, YKKED yay. 2009, s. 278).

Köy Enstitülerinin laik, bilimsel, demokratik, parasız ve karma eğitim ilkelerine dayanan mücadelesi, tüm baskı ve engellere karşın yılmadan, bıkmadan sürdürüldü. Enstitülerin mimarları, başta Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç olmak üzere, bu kurumları hayata geçirebilmek için gecelerini gündüzlerine katarak çalıştılar. Öyle masa başında değil; köy köy, kasaba kasaba Anadolu topraklarını dolaştılar. Programları, halkın gerçekliklerini göz önünde bulundurarak hazırladılar ve uyguladılar. Laf değil, iş ürettiler; laf değil iş yapılmasını sağladılar. Tumturaklı söylemlere hiç itibar etmediler. Antiemperyalisttiler, vatanseverdiler, köylümüzün başına musallat olan ağalık düzenine karşıydılar. Anadolu Halkının üzerine çöreklenmiş Tefeci-Bezirgân Sermayenin elinden köy çocuklarını, halk çocuklarını, halkı kurtarmaya çabaladılar. Çok başarılı sonuçlar, kazanımlar da elde edilmeye başlandı.

Enstitüler, yoksul Anadolu çocuklarına sağladıkları laik ve bilimsel ve demokratik bir eğitimin yanısıra yüksek ahlaki ve insani değerler de kazandırmayı hedefliyor ve bu hedefleri gerçekleştirmede de çok başarılı oluyorlardı. İşte öğrencilerinin kazanmaları beklenen özellikler ve değerlerin bazıları:

“Enstitü öğrencilerinin vasıfları ve kazandıkları değerler: (1944)

“1. Çocuklara sade, mütevazı, memleket uğruna harcanmış emeklerle dolu bir hayat sevdirilmekte ve benimsetilmektedir. Böyle insanlar gösterişten, şarlatanlıktan, tembellikten nefret etmektedirler…

“(…)

“6. Enstitü öğrencileri doğru ve adalete uygun emirlere uymayı ana ilkelerden biri sayarlar. Haklı ve yerinde tenkitlere dayanırlar. Haksızlığa, kötülüğe boyun eğmez, bunları gidermek için gerekirse savaşırlar…

“7. Enstitülü çocuk ailesini, köy adlı yuvasını, yurdunu, mensup olduğu ulusu çok sever. Bu sevgiyi lafla değil fiille her zaman, her türlü şartlar içinde ve her yerde ispat eder. Onların uğruna harcadığı emeklerle yaptığı fedakârlıklar bunun en büyük delilini teşkil eder. On altı, on yedi yaşında bir enstitülü çocuk yurdun türlü bölgelerindeki enstitülerde, köy eğitimi alanında araştırmalar yapar, bunları yayınlamaya çalışır, müspet işler başarır ve ‘Bu binada, şu tarlada, karşıki yolda, yamaçtaki su kanalında, derenin içindeki çeşmenin akışında, köydeki kooperatifin kuruluşunda, gençlerin ulusal oyunları öğrenmelerinde benim alın terim var’ diyebilir.

“8.    (…) Jurnalcilik, iftira yoluyla iş gördürmekten nefret ederler. Açık yürekli olmayı, mertliği ilke bilirler.

“Köy Enstitüleri ve onların mensupları vasıtasıyla yaygın bir hale getirilmek istenen eğitim ilkelerinin başlıcaları bunlardır.” (Köy Enstitüsü Programları, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, 2004, s. 6-8)

Böyle bir ahlak, böyle bir değerler anlayışına sahip bireylerin yetişmesi hiç işlerine gelir miydi egemenlerin?  Onlar kendi sınıflarının rezil ahlâkını, çürümüşlüklerini ahlak diye dayatırlar ezilen sınıflara. 

 İşte tam da yukarıda geniş biçimde belirttiğimiz nedenlerle, Antika-Modern Parababalarının hedef tahtası oldular Köy Enstitüleri.  “Kul olmayan bir başka insanın eğitimini” hedefleyen, Halkımıza çok büyük yararı olan bu eğitim kurumları, yerli-yabancı Parababalarının çıkarına dokundu. Onlar hep kendi çıkarlarını düşünür, sömürü düzenlerini sürdürmek isterler. Ortaçağcı Gericiliğin her zaman kullandığı din-iman bin mintan, komünizm kara propagandaları ile enstitüler hedef tahtasına oturtuldu. Bu saldırılar karşısında daha İnönü’nün “Milli Şef” olduğu Tek Parti döneminde İlköğretim Genel Müdürü Tonguç ve Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel görevden alındılar. Bu bir bakıma Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla eşdeğer bir darbeydi. Demagoji, yalan, dolan tutmuştur… 

1946 yılında, Milli Eğitim Bakanı yapılan Reşat Şemsettin Sirer, “Enstitüleri kuranların belini kıracağım” (Hürrem Arman, Piramidin Tabanı, YKKED yay. 2016, s. 521) diyerek neyle görevlendirilmiş olduğunu alçakça ifade etmekteydi.

Hikmet Kıvılcımlı Usta, “Türkiye Köyü ve Sosyalizm” adlı eserinde, Köy Enstitülerine Parababaları tarafından yapılan saldırıyı ve trajedilerini çok çarpıcı bir anlatımla ifade eder: “İkinci Cihan Savaşı boyunca Köy Enstitüleri’nden köye eğitim ve üretim götürecek köy çocukları çığ gibi ilerlediler. Savaş bittiği gün 14.464 öğrencisi olan Köy Enstitüleri hemen dizginlendi. Öğrenci sayısı 1948-49 yılı 12.017’ye düştü; 1951-52’de yeniden 13.173’e çıktı. O zaman DP iktidarının şantaj ağalığı harekete geçirildi: Enstitüler aleyhine çıkarılan korkunç iftiralarla zemin hazırlandı. Ve Milli Eğitim Bakanlığının alesta bekleyen ırkçı kadrosu baskın yaparak o iftiraların en iğrençlerini zorla belgelemeye çalıştı. Bu da yetmeyince, köyün son umudu vurulup kırıldı. Köy Enstitüleri’nin 12.193 öğrencisi, ansızın gökte yaralanmış kuşlar gibi kan içinde yerin dibine doğru düşürülürken, insafsız avcının yeraltında olgunlaştırdığı “İmam-Hatip Okulları” birden 846 öğrenci ile ağaların emrine geçip yükseliverdi.” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Köyü ve Sosyalizm, Derleniş yay. 2020, s. 54).

Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidarı eline geçirmesiyle birlikte egemenlerin Köy Enstitüleri’ne yönelik saldırıları, kara propagandaları daha da arttı.

19. 11. 1951 tarihinde yapılan T. B. M.M 6. Birleşimi, 2. Ve 3. Kapalı oturum tutanakları Meclisteki iki gerici sermaye sınıfının temsilcilerinin Köy Enstitülerine ve onların mimarlarına hayasızca, ağızlarından salyalar akıtarak yaptıkları saldırıları somutça ortaya koymaktadır: (https://www5.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_dergisi_pdfler.birlesimler_gc?v_meclis=11&v_donem=9)

REŞAT ŞEMSEDDİN SİRER (devamla)— Kaderin bana bahşettiği bir fırsat, Allanın bir lütfudur ki ilk Tedrisat Umum Müdürü olduğum tarihten beri bu mesele ile yani Türkiye köylerine köyün çocuklarını alarak öğretmen yetiştirmek davasına kendimi vermiş olduğum için, benim bu suretle bu müesseselerin fena gidişini önceden gördüm. Bu bir talih eseridir. (Nasıl gördünüz sesleri) Müesseselerimizi o şekilde gördüm ki; bana mühim bir vazife düşüyordu ve o vazifeyi yaptım ve bana düşen vazifeyi yaparken de sayın arkadaşlarım; zamanın selahiyetlerinden ancak yardım gördüm. Biraz evvel ismi telaffuz edilen adam etrafımı kandırmıştı, iğfal etmişti. (Tonguç baba mı sesleri) Evet Tonguç Baba. Bütün hüsnüniyet sahiplerini, bütün iyi niyet sahiplerini iğfal etmişti. Tonguç babayı def ederken hiçbir mukavemetle karşılaşmadım.

“REŞAT ŞEMSETTİN SİRER (Devamla) — İcratıma devam ederken, 500 kişi kadrodan 400 kişiyi ayırırken hiçbir taraftan güçlük görmedim, yardım gördüm. Bana manen yardım edenleri içinde demokrat partili arkadaşlarımız da vardı. Bilhassa, Fuat Köprülü beni mesaimde teşci eden; teşvik eden arkadaşlardan biridir. Şu sıralarda oturan; o günkü icra mevkiinde oturan arkadaşlar da beni teşci etmişlerdir. Kendilerine derin minnettarlığımı ifade ederim.

“Efendim; izin verirseniz bir noktayı daha arz edeyim Bolşevik tehlikesinden kurtulabilmemiz için; bu tehlike ile savaşabilmemiz için; maddî ve manevî, fikrî ve ahlakî bütün kuvvetlerimiz; bu arada siyasî partilerimiz arasında tam bir birliğe ihtiyaç vardır. Bu birlik olmadıkça; partiler arasında tam bir işbirliği olmadıkça bu büyük düşmanla mücadele etmenin imkânı yoktur. Çok şükür ki bugün Büyük Millet Meclisinin bu çatısı altında millî partiler mevcuttur. Bugün iktidarda bulunan Demokrat Parti olsun, muhalefette bulunan Cumhuriyet Halk Partisi olsun; Millet Partisi olsun; hepsi birer millî partilerdir. Kuruluşlarıyla; kuruluş şekilleriyle, kuruluşlarının sebep ve saikleriyle, kurucularının şahsiyetleriyle, programlarıyla, dünya görüşleriyle, icrada bulunmuş olanlarının kendi zamanlarında yapmış oldukları bugün icrada bulunanların bugün yaptıkları işlerle millî mahiyetleri sabit olmuş partilerdir. 

“HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER (Manisa) — Arkadaşlar; bu müzakere, bu münakaşaya sebep olan milletvekillerini minnetle karşınızda selamlıyorum. Hükümet namına konuşan zatın bize verdiği izahat korkunçtur. Ne kadar tehlike derine gitmiş, ne kadar kök salmış ve ne kadar yayılmış; dehşetle dinledik. Bu bizi düşündürecek mahiyette bir şeydir. 

“Demin buraya gelip hitap eden Şemseddin Sirer, genç ve aziz arkadaşım bana yalnız; maarif vekâletine gelirsen beni şu vazifeye alır mısın demedi, başka bir şey daha söyledi: Onu haber vermemde büyük menfaat vardır. Bana dedi ki; burada holde, Hasanoğlan Enstitüsüne gidip bir hasbühalde bulunmak ister misiniz? Niçin, dedim? Lüzumu var, dedi. O, bu derdi görmüştü (…).

“MİLLÎ EĞİTİM BAKANI TEVFİK İLERİ

Şu ciheti birçok yerlerde söyledim. Burada bizzat huzurlarınızda ve heyeti umumiyenizin huzurlarında tekrarda fayda görüyorum. Eski iktidar zamanında, kısa bir müddet için dahi olsa, Millî Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin’in gelmiş olması bu dava hesabına, memleket hesabına ve bizim bugün yapmakta olduğumuz işleri bir parça olsun hafifletmek hesabına daima şükranla kayıt ve yad ederim. (Bravo sesleri, alkışlar) 

“Reşat Şemsettin’in bu davadaki hizmetlerini böylece tespit ettikten sonra şunu açıklayayım ki, her şeye rağmen devraldığımız müesseseleri, bilhassa köy enstitülerini birçok hastalıklarla, birçok mikroplarla malul olarak devraldık. Demin askerî yargıç arkadaş burada köy enstitülerinden; ve Hakkı Tonguç’tan bahsetti. Bana sorarsanız Reşat Şemsettin arkadaşın, köy enstitülerinden, Hakkı Tonguç’tan bahsedişi ile onun bahsedişi arasında bir fark vardır, onun yanında bu çok hazindir. Hadiseyi çok korkunç mahiyette burada aksetirdiler. Bunlar burada zapta da geçmiş bulunuyor. 

“Şimdi, Sayın Başbakanın, birçok işler yapmak zarureti vardır, birçok müşküllerle karşılaşıyorum, yolundaki iddialarını kabul etmek istemediler. Bir şeye temas edeceğim. Demin burada İsmet İnönü’yü iğfal etmiş olmakla onu kandırmış olmakla, iyi bir dava uğrunda onu yanlış yollara sevketmiş olduğunu açıkça söyledikleri Hakkı Tonguç’a Reşat Şemsettin, bu millî hislerle acaba ne yapmak isterdi? Çok şey yapmak isterdi. Ama kabul etmek istemedikleri, o destek, istediğini yaptırmamıştır. İlk tedrisat umum müdürlüğü gibi çok aziz bir mevkiden alınarak ancak ikinci aziz bir mevki olan talim terbiye heyetine nakletmekle iktifa etmişlerdir. Bunu kabul etsinler. Bu Reşat Şemsettin’in kendi arzusu değildir. Fakat Hakkı Tonguç’a destek olanın arzusudur. (Bravo sesleri)

“Bu Hakkı Tonguç bir müddet talim terbiyede kaldıktan sonra Atatürk Lisesine Resim Hocası yapılmıştır. Hakkı Tonguç, değil, ilk tedrisat umum müdürü, değil talim terbiye heyeti azalığı, değil resim hocalığı Türk çocuğunun karşısına çıkamayacak kadar bu memlekete hiyanet etmiş bir adam olması sıfatıyla onun oradan tutulup atılması şükür olsun, bize nasip olmuştur. (Bravo sesleri)

“Evet, millî davalarda partiler üstünde hareket edelim. Bunun dışında her zaman birbirimizle mücadele ederiz. Fakat millî davaları dejenere etmeyelim. Bunları yaşatalım. Bir noktaya daha temas edeceğim. Köy Enstitülerini nasıl teslim aldınız dediler. Kendileri gayet iyi bilirler. Komünizmin telkin unsurlarından birisi de, aile mefhumunu yıkmak yok etmektedir. Din mefhumunu yıkmak nasıl gayelerinde  biri ise, aile müessesesini yıkmak da diğer gayelerinden biridir. Birtakım genç insanların komünizme inhimaklerini temin etmek için buldukları çare, para yerine serbest cinsi münasebettir. Gençler bununla avlanıyorlar arkadaşlar. Köy Enstitülerinin bir feci manzarası da budur. Dağ başlarında kurulmuş olan, Valilerin ve Maarif Vekâletinin umumî müfettişlerinin girmesi yasak edilen – ki bu arkadaşlar her yere girer oraya giremezler – bu müesseselerde 500 erkek çocuğun, yanında hepsi 16, 20, 22 yaşlarında, 60 – 70 kız çocuğu beraber okur, beraber çapa çapalar. Beraber horon oynar. Gece yan yana pavyonlarda yatar. Bu yüzden nice çocuklar düşmüştür. Bu gizli celsede söylenebilir. Nice köy kızları serbest fuhuşa teşvik edilmiştir. Bunu Reşat Şemsettin’den sonra teslim aldığımız zaman oradaki kızları toplayarak, ayırarak, İzmir’de tertemiz bir yuva içinde toplamak ve ayrı bir kız enstitüsü haline getirmek ve böylece bu memleket içindeki çıban başlarını temizlemek çok şükür olsun bize nasip oldu. (Soldan brova sesleri, alkışlar) 

“Tekrar edeceğim, eğer bir Reşat Şemsettin Sirer gelmemiş olsaydı eski iktidar zamanında Maarif Vekâletine, ben veya benden başka herhangi bir Millî Eğitim Bakanı bu temizliği yapmakta çok daha fazla mücadele edecek, çok daha fazla ter dökmeye mecbur kalacaktı. (Bravo sesleri, alkışlar)”

Ve DP İktidarının Milli Eğitim Bakanı İleri, “Köy Enstitülerini talan etme” ulvi hizmetlerinden dolayı Şemsettin Sirer’e minnetlerini sunar:

Binaenaleyh bu hâdiseyi böylece tebarüz ettirdikten sonra, birçok yerlerde söylediğimi burada tekrar ederek elinde olmayan imkânlara rağmen vazifesini başarmış olmasından dolayı millî eğitim camiası ve memleket adına Reşat Şemsettin Sirer’e teşekkür etmeyi vazife bilirim. Bu münasebetle şu veya bu mücadelemizde köstek değil, destek olabilmek için bize yardım etmesini rica edeceğim.

DP iktidarı, Köy Enstitülerinin güdükleştirilmiş haline bile 4 yıl dayanabilir ve 27 Ocak 1954’te kapatılma fermanını yayımlarlar.

1950 DP iktidarı ile birlikte karşı devrim süreci hızlanmış, ABD Emperyalizmiyle tam bir göbek bağı kurulmuş, ülkemizin kaderi günümüze değin yerli-yabancı uluslararası tekellere terk edilmiştir. Bundan sonraki yıllar, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın sonucu kurulan Cumhuriyet’in kazanımlarının, değerlerinin birer birer kaybedildiği yıllar oldu. Türkiye her geçen gün biraz daha emperyalizmin kucağına doğru çekildi ve sonunda emperyalizmin yarı sömürgesi haline dönüştürüldü.

Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde “Tam Bağımsızlık” şiarı ile yürütülen Birinci Kurtuluş Savaşı’mız sonucu elde ettiğimiz kazanımlarını yok etmek hedeflenmiş; bu hain hedefin kilometre taşları döşenmiştir gün be gün Parababaları iktidarları tarafından. O günden bu yana ekonomimizi ve siyasetimizi Marshall Yardımları, Truman Doktrinleri, AID Türkiye Misyonları, vb yoluyla ele geçirip yön veren ABD Emperyalistleri, eğitim sistemimizi de teslim almışlardır. Ekonominize kimler hükmediyorsa, eğitiminize de onlar hükmederler doğal olarak. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla birlikte, bir daha asla belini doğrultamayacak hale getirilen eğitim sistemimizde, ABD-AB Emperyalistlerinin Yeşil Kuşak-Ilımlı İslam-Büyük Ortadoğu Projelerinin emperyalist emellerine hizmet edecek uygulama ve düzenlemeler gerçekleştirilmiş; MEB kurumları, “yabancı uzmanlar” adı altında CIA ajanlarından geçilmez olmuştur. Laik-Bilimsel eğitim adına ne varsa kökü kazınırken, İmam Hatip Okullarının ve buralarda okuyan öğrencilerin sayıları hızla artmıştır.

Günümüze gelirsek, 2002 yılından beri iktidarda olan AKP de, Tefeci- Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcisidir ve ideolojisi dindir. ABD-AB Emperyalistleri tarafından iktidara getirilen ve efendilerine hizmette kusur etmemek kaydıyla iktidarda tutulan, ülkemizdeki gelmiş geçmiş Parababaları iktidarları içinde en haini, en vatan satıcısı, en halk düşmanı ve en “Allahtan Korkmaz, Kuldan Utanmaz” olanıdır. Bu Ortaçağcı-Gerici iktidar, Cumhuriyetin tüm kazanım ve kurumlarına öldüresiye saldırmakta, çürütmektedir. Cumhuriyetin en önemli kazanımı olan Laiklik ilkesini yerle yeksan etmektedir. İktidara geldiğinden bu yana hayatın her alanında din alıp din satmakta, halkımızı din afyonuyla uyutmaktadır.

Ortaçağcı Faşist Din Devletine doğru giden yolda, 21 yıl boyunca akıl dışı, bilim dışı uygulamalarla eğitim alanını da çürütmüş, çökertmiştir. AKP’nin eğitim bakanlığının 2005 yılından başlayarak yaptığı program değişiklikleri ile programların içeriği Ortaçağcı anlayışla donatıldı. 2012-13 eğitim öğretim yılında uygulamaya konan 4+4+4 kesintili eğitim modeli ile neredeyse tüm eğitim kurumları İmam Hatip okullarından farksız hale getirildi. Bu okullarda bir yandan zihinleri tahribata uğratılan çocuklarımızı-gençlerimizi dindar ve kindar, cihatçılar olarak yetiştirirken; bir yandan da onları emperyalist sömürüye boyun eğen, onun egemenliğini kabul eden müritler haline getirecek uygulamalar gerçekleşti.

Ülkemizin her yanını Kur’an kurslarıyla, sıbyan mektepleriyle, tarikatlarla donattılar. AKP’giller, azgın sömürü ve talan düzenlerinde bir dilim kuru ekmeğe muhtaç ettikleri, işsizlik ve pahalılık cehenneminde naçar bıraktıkları yoksul halkımızın çocuklarını cemaat-tarikat evlerine mecbur etmekteler. Bu Ortaçağcı yılan yuvalarında, ağzı salyalı sapıklar, küçücük çocuklarımızın hem bedenlerine hem de ruhlarına saldırarak, onları yaşayan ölüler haline getirmekte, insanlık suçu işlemekteler.

Eğitimimiz artık, TÜRGEV, ENSAR, HAYRAT, Birlik Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti, Nur Cemaati gibi gerici örgütlenmelerin güdümüne girmiş durumda. Okul öncesinden üniversitelere kadar Ortaçağcı cemaat-tarikat örgütlenmeleri okullarımızda cirit atmaktalar. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızla yırtıp attığımız Sevr paçavrası Ülkemizde Yeni Sevr ile hayata geçebilsin diye, sömürü-talan düzenine karşı çıkacak insan aklı ve gücü Muaviye-Yezid, CIA- Pentagon İslamı ile inmelensin ki düşünemez ve sorgulayamaz hale gelsin diye eğitim kurumlarımızda laik ve bilimsel eğitimden eser bırakmadılar. Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin yaptığı 2017 yılında yaptığı çalışmanın sonuçlarına göre 1 milyon çocuğumuz tarikatların elinde. 2.6 milyon kişinin bir tarikatla organik bağı bulunmakta. 

Tıpkı ülke yönetiminde olduğu gibi üniversitelerimiz de tarikat ve cemaat bağlantılı Ortaçağcı rektörlerin “tek adam” olarak hükümranlıklarını, saltanatlarını sürdürdükleri kurumlar haline geldi. AKP’gillere biat etmeyen üniversite rektörü yoktur ve bu rektörler AKP’giller’in Reisi tarafından atanmaktadır. Üniversitelerimizde artık bilimsel kongreler değil, “yaratılış” kongreleri düzenlenmekte, adlarının önünde Prof., Doç. yazan yandaş, Ortaçağcı tarikat müritleri bilimsel olan her şeye saldırmaktadır. Peşaver Medreseleri’nden farksız haldedir tüm eğitim kurumlarımız.

Dinci gericiliğin en büyük silahı Kadın Sorununu istismar etmek, “Din, Namus elden gidiyor”, yaygarası koparmak olmuştur hep. Köy Enstitülerine yapılan saldırılarda da en temel argüman bu olmuştur örneklerde de gördüğümüz gibi. 

Günümüzde ise iş o raddeye getirildi ki Türban kutsal bir bayrak gibi kullanılarak Cumhuriyet Devrimi’yle kadınların kazandıkları tüm haklar, bir bir budanır oldu. Türban’ın kamu kurumlarında dini bir simge olarak kullanılmasına karşı çıkmak, insan haklarına, kadın haklarına karşı çıkmak anlamına getirildi, bu dinciler ve onlara bilerek bilmeyerek yardakçılık eden sözümona aydınlar tarafından. Dolayısıyla “1400 yıl öncesinde kalması gereken fakat tarihin en eski, en asalak, en gerici sermaye sınıfı olan Tefeci-Bezirgan sermayenin temsilcileri tarafından ta 21. Yüzyıla taşınan ve üzerinden iktidar devşirilen, küpler doldurulan, itibarlar, gemicikler, uçaklar, yüz milyarlarca dolar servetler edinilen” (Türban Konusu ve  İşin Aslı Önsözü, s.16) Türbanı kadının kutsal örtüsü olarak sundu AKP’giller ve diğer yılan yuvası tarikat ve cemaatler. Ve sanki Türban bir farzmış, ona karşı çıkmak da bu farzı inkâr etmek, dinden çıkmak ya da dinsizlik imiş gibi lanse edilir oldu. Ve başta üniversiteler olmak üzere eğitimden, yargıya, orduya kadar her alanda Türban takılması süreç içinde serbest hale geldi.

Ama bu yetmemektedir Tefeci-Bezirgân Sermayenin iktidardaki Temsilcisi AKP’giller’e. Meclise sundukları ve yürürlükteki Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek 3 ilkesi arasında yer alan Laiklik ilkesini Anayasal düzlemde de budamayı hedefleyen Anayasa değişikliği teklifi Türbanı yasallaştırmayı amaçlıyorlar.

Kısacası ülkemiz hızla Ortaçağcı Faşist Din Devletine doğru sürüklenmektedir.

Bu karanlık Ortaçağcı gerici gidişten, çok planlı bir biçimde adım adım Laikliğin hemen her alanda yok edilişinden en çok etkilenenler, yaşam kaynakları kurutulanlar, cehennem azabı çektirilenler çocuklarımızla, özellikle de kız çocuklarımızla birlikte kadınlarımız oldu. Bu çok kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü Kadınları köle pazarlarında satan, onlara ilkokuldan başlayarak eğitim almayı, meslek sahibi olmayı yasaklayan Afganistan’ın eli kanlı Taliban cellatlarıyla ilgili olarak “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum”, diyen CIA- Pentagon, Washington İslamcısı anlayış iktidarda. 

O nedenle;

Bugün bu koşullarda, Köy Enstitülerinin 83. kuruluş yıldönümünde onların mirasına sahip çıkmak demek; Onları yaratan Birinci Kuvayimilliyenin, Laik Cumhuriyetin kazanımlarına cesurca sahip çıkmak demektir!

Köy Enstitülerinin yaşamasına olanak tanımayan egemen sınıfları ve o sınıfların ekonomik, ideolojik, siyasal ve toplumsal varlığına son vermeden gerçek anlamda Laik, bilimsel, demokratik ve parasız eğitimin gerçekleşemeyeceğini görebilmek demektir. Bu görüşten hareketle Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist İkinci Kurtuluş Savaşı için kolları sıvamak, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ölümsüz önderi Mustafa Kemal’inYa İstiklal Ya Ölüm!” şiarıyla İkinci Kurtuluş Savaşçısı olabilmek demektir.

İkinci Kurtuluş Savaşçısı olabilmek ne demektir?

Emperyalizme karşı olabilmek demektir: Dünya Halklarına kan kusturan, mazlum ülkeleri sömürgeleştiren, oralarda satın aldığı alçaklar eliyle faşist darbeler tezgâhlayan, Kahraman Gerilla Che’nin “Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın en büyük düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için bir savaş marşıdır” söyleminde de belirttiği gibi insan soyunun en büyük düşmanı ABD-AB Emperyalistlerine sonuna kadar karşı olabilmek demektir. ABD Haydut Devletinin kanlı savaş örgütü olan NATO’ya “Hayır” diyebilmek, Katil ABD, Ortadoğu’dan ve Ülkemizden Defol” diyerek mücadele edebilmektir

Feodalizme karşı olabilmek demektir: Dünya Halklarının baş düşmanı ABD’nin 6’ıncı Filosunun önünde secdeye duran, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza ve onun Önderi Mustafa Kemal’e kin kusan Ortaçağcı, AB-D Emperyalistlerinin Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünleri Muaviye-Yezid İslamcılarına, yani günümüzdeki adıyla CIA-Pentagon İslamcılarına karşı Laikliğin, Mustafa Kemal’in ve Kuvayimilliye’nin yılmaz savunucusu olabilmek “Laiklik yoksa, Bilim de, Demokrasi de, Özgürlük de yoktur.” diyebilmektir.

 “Türbana özgürlük” demenin Ortaçağcı görüşe, gidişe özgürlük demek olduğu bilincine ve inancına sahip olmak demektir.  Tefeci Bezirgan sermayenin örgütlenmeleri olan Ortaçağcı tarikat cemaat ve vakıflarda kız çocuklarımızın ömürleri talan edilirken “Belli bir inanç grubunun bir araya gelip cemaat kurmasını demokrasinin gereği” olarak görenlere karşı olabilmek demektir. Bu nedenlerle “Şeriat Ortaçağ’dır“, “Cemaatler, Tarikatlar, Ortaçağcı Vakıflar Kapatılsın” şiarıyla Birinci Kurtuluşçuların bıraktığı yerden mücadeleye devam edebilmektir.

Şovenizme karşı olabilmek demektir: Dünyadaki tüm Halkların kardeşliğine inanmak, bu topraklarda 1071 Malazgirt’ten bu yana birlikte yaşayan, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nda emperyalist yedi düvele karşı omuz omuza mücadele eden ve en kritik anlarda kader birliği yapan Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini savunmak demektir. 

İşte ancak o zaman Tonguç Baba’nın “İnsanın insanı sömürmediği bir dünya” ülküsünün, bir anlamda da vasiyetinin, onun okullarında uyguladığı yöntemle hayat bulmasını sağlayarak yetiştiririz çocuklarımızı, gençlerimizi. Gerçek yaşamda ezenin-ezilenin olmadığı, bireylerin üreten, eşit ve hür yaşadığı koşullarda, “okulla yaşam arasında hakiki bağların kurulduğu” ortamda, geleceğimiz olan yavrularımız, insanın insanı sömürmediği bir dünyayı en doğalında, yaparak ve yaşayarak öğrenirler. Böylesine insani, böylesine onurlu, böylesine kutsal bir yaşamın sarsılmaz ve üretken devamcıları olurlar. 

Bu ilkeler doğrultusunda örgütlenerek verilecek İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı başarıp, Demokratik Halk İktidarını kurabilmek, İkinci Kurtuluşu Sosyal Kurtuluş ile taçlandırabilmek demektir. 

83’üncü kuruluş yıldönümünde Köy Enstitüleri’nin mirasına sahip çıkmak demek, Tonguç Baba’nın “İnsanın insanı sömürmediği bir dünya” ülküsüne sahip çıkmak, bu uğurda mücadele etmek demektir! (16.04.2023)

Kaynaklar:

Engin Tonguç, Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları, 2009. 

Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin Eleştirel tarihi YOL, Kıvılcım Yayınları, Murat Matbaacılık, 1978, İstanbul. s. 65.

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye Köyü ve Sosyalizm, Derleniş Yayınları, 2020, s. 54.

Hürrem Arman, Piramidin Tabanı, YKKED yay. 2016, s. 521.

Köy Enstitüsü Programları, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı Yayınları, 2004, s. 6-8.

Nurullah Ankut, Türban Konusu ve İşin Aslı, Derleniş Yayınları, 2022,s.16.

S. İ Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923. Çev. Hasan Ali Ediz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.

TBMM Tutanak Dergisi (https://www5.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_dergisi_pdfler.birlesimler_gc?v_meclis=11&v_donem=9)

Sosyal Medyada Paylaşın: