Programımız

Halkçı Kamu Emekçileri’nin KESK içinde mücadele ettiği süreçte ortaya koyduğu Program

GİRİŞ

Antiemperyalizm,

Antifeodalizm,

Antişovenizm,

*KESK, bu üç temel ilkeye sıkı sıkı sarılan;

*Yasak savıcı değil,  küçük-büyük ama mutlaka az veya çok kazanımlarla sonuçlanacak hedeflere ulaşmak için ısrarlı ve militan bir mücadele hattı izleyen;

*Demokratik merkeziyetçi bir yığın örgütü olmayı hedeflemeli.

*Bütün çalışmalarında bu üç temel ilkeden, militan mücadele hattından, demokratik merkeziyetçilikten bir milim bile sapmamaya azami özeni göstermelidir.

Antiemperyalizm! Antifeodalizm! Antişovenizm!

Bu üç temel ilkenin günümüzde nasıl algılanması, altının nasıl doldurulması gerektiğine cevap verebilmek için öncelikle emperyalizmden, feodalizmden, şovenizmden ne anladığımızın ve emperyalizmin, feodalizmin, şovenizmin günümüzde büründüğü kılıfların, taktığı maskelerin, saldırı biçimlerinin iyi anlaşılması gerekir

I- NASIL BİR DÜNYADA ve NASIL BİR TÜRKİYE’DE YAŞIYORUZ?

AB-D (ABD + AB) Emperyalizminin Ilımlı İslam (Şeriat) maşasıyla başlattığı Yeni Sevrci bir saldırısı karşısındayız

Ülkemiz, 1919 yılında başlayan ve 4 yıl süren bir Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda bağımsızlığına kavuşmuştur. O zamanın deyimiyle “7 Düvele” (yani başta, bugün Avrupa Birliğini oluşturan emperyalist devletler gelmek üzere bütün emperyalistlere) karşı sürdürülen bu Antiemperyalist savaşa halkımız Kuvayimilliye Savaşı demiştir. Bu savaşta Türkiye’nin tek dostu, tek müttefiki Devrimler Kartalı Lenin Usta ve O’nun önderliğinde kurulan genç Sosyalist Sovyetler Cumhuriyeti’dir. Kuvayimilliye mücadelesinin zaferle sonuçlanmasında, dünyanın bu ilk Sosyalist Cumhuriyeti’nin ve Lenin Usta’nın destekleri belirleyici bir rol oynamıştır.

Kuvayimilliye’nin (Kurtuluş Savaşı’nın) vurucu gücünü her ne kadar Osmanlı’dan gelen “Devlet Sınıfları”ndan “İlmiye” (Aydınlar, özellikle de Aydın Gençlik) ve “Seyfiye” (Ordu, özellikle de Ordu Gençliği), kitlesini ise Kürdüyle, Türküyle emekçi halklar oluşturmuşsa da,  öncüsü Anadolu Burjuvazisidir.

Kuvayimilliye hareketi aynı zamanda bir Demokratik Devrim Hareketidir de. Yani Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı Demokratik Devrimle iç içe geçmiş, Anadolu burjuvazisi bu savaşla birlikte kendi Demokratik Devrimini de başarmıştır. Bu tamamlanmamış bir Milli Demokratik Devrimdir. Lenin Usta, Antiemperyalist nitelikte olduğu ve bir Demokratik Devrim getireceği için, burjuva önderlik altında sürdürüldüğünü bildiği halde, bu savaşa Genç Sovyetler’in olanaklarını seferber ederek olanca desteğini sunmuştur.

Lenin Usta, Aralov’u Türkiye’ye gönderirken bu gerçeği şöyle ifade ediyordu:

“(…) Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk Halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.” (S. I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Birey ve Toplum Yayınları, 1985, s. 28-29)

Sovyetler, güç durumdaki Kurtuluş Savaşı devrimcilerine büyük silah ve para yardımında bulundu Kurtuluş Savaşı komutanlarından Kazım Özalp, Anıları’nda Sovyetlerin Türkiye’ye 01.09.1920 – 01.06.1922 tarihleri arasında toplam 37.812 tüfek, 44.587 sandık fişek, 324 adet makineli tüfek, 66 adet top, 200.573 adet mermi bağışladığını yazmıştır. (Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922 cilt I, Türk Tarih Kurumu, 1988, s. 219)

Bu, Sovyet yardımının bir bölümüdür. Tamamı da değildir. Ne yazık ki, halkımız sosyalizme sempati besler kaygısıyla bu yardımların üzeri örtülmekte, gerçekler gizlenmektedir.

Sovyet yazar Bagidov, bunlara ek olarak, sadece 1921 yılında 20.000 gaz maskesi, 1.500 kılıç ve çok miktarda “başka askeri malzeme” verildiğinden söz etmektedir. Ayrıca, Bagidov’un belgelerle açıkladığına göre, Türkiye’ye 30 Ekim 1921’de Jivoy ve Rutkiy adlı iki savaş gemisi bağışlanmıştır. Bunlara ek olarak, Türkiye’ye 8 adet yük gemisi verilmiştir. Bu yük gemileri, Bagidov’un verdiği bilgiye göre 4.5 milyon altın lira değerindedir.

Silah ve mühimmatın yanı sıra, Ekim Devrimi Türkiye’ye yüklü miktarda para yardımı da yapmıştır. Bunların dökümü resmi olarak ulaşılabilir değildir. Gene Bagidov’un aktardığına göre, 1921 yılında Türkiye’ye 6.5 milyon Ruble değerinde altın bağışlanmıştır. Frunze ise gelirken beraberinde 1 milyon 100 bin Ruble altın bağış getirmiştir. Mayıs 1922’de 3.5 milyon altın daha bağış yapılmıştır. Bagidov, bu yardımların daha sonra da devam ettiğini belirtir. (M. V. Frunze, Türkiye Anıları, Aktaran: Y. A. Bagidov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Azerbaycan-Türkiye İlişkileri II, Yeni Gün 2000, s. 61-63)

Savaş boyunca Türkiye’nin yakıt ihtiyacının da Sovyet Azerbaycanı’ndan karşılandığını belirtelim.

İşte Sovyetler Birliği’nin maddi-manevi desteğini alan Kuvayimilliyeciler, dünya ölçeğinde biri ilk, biri de son olan, iki şeyi başarmışlardır:

Mustafa Kemal önderliğindeki bu mücadele, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı olup, emperyalizmin zulmü altında inleyen mazlum milletlere örnek olmuştur.

Emperyalizm aşamasına vardıktan sonra devrimci barutunu yitiren Burjuvazi, Demokratik Devrimlerden de elini eteğini çekmiştir. Bu nedenle özünde bir burjuva devrimi olan demokratik devrimlere de bundan böyle proletarya öncülük etmektedir. Türkiye’de Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’yla birlikte kotarılan Demokratik Devrim ise dünya ölçeğinde burjuva önderlikli Demokratik Devrimlerin sonuncusu olmuştur.

Yalnız, önderliğin burjuva karakteri gereği (çağın artık emperyalizm çağı olması ve Anadolu burjuvazisinin son derece cılız olması da eklenince) Devrim sonuna dek götürülememiş, güdük kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nde kapitalizm, Batı’dakinden farklı bir gelişim göstermiştir. Serbest Rekabetçi dönemi yaşayan Batı kapitalizmi, Antika sömürücü sınıf olan Tefeci-Bezirgânlığın kökünü kazıyarak kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye etmiştir. Batı’daki bu dönemi yaşayamayan Türkiye kapitalizmi daha doğarken Tekelci Sermaye olarak doğmuş ve Antika Tefeci-Bezirgân Sermayeyi yok etmek yerine, onunla ittifak kurduğu için kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye edememiştir.

Bunun nedenlerini bir kez daha tekrarlarsak:

1-Türkiye’ye kapitalizmin Tekelci aşamada gelmesi,

2- Türkiye Burjuvazisinin güçsüz, cılız olmasıdır.

Demokratik devrimi tamamlanamayan Türkiye’de Kuvayimilliye’nin “Bağımsızlık” ilkesinden de kerte kerte uzaklaşılmış ve 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin iktidarıyla birlikte emperyalizme bağımlılık tamamen perçinlenmiş, NATO’ya girilmiştir. Emperyalizme bağımlılık her gün artarak Kurtuluş Savaşı’yla parçalanan SEVR, “Sosyalist Kamp”ın çökmesiyle günümüzde tekrar dayatılmaya başlanmıştır.

Türkiye’yi artık Batılı Emperyalistlerin (uluslararası sermayenin/çok uluslu şirketlerin) kurdurdukları ULUSLARARASI PARA FONU (IMF) – DÜNYA BANKASI – DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ gibi ekonomik ve CIA gibi casusluk örgütleri yönetmektedir.

Türkiye, zaten Demokrat Parti iktidarından bu yana, emperyalistlerin yönettiği bir ülke durumuna düşürülmüştü. 1950’lerden bu yana Türkiye’de kimin Başbakan olacağına ABD karar vermektedir. Dahası, değiştirilecek Bakanlar ve yerlerine atanacak olanlar bile Ankara’daki ABD Büyükelçisinin onay ve görüşleri alınarak gerçekleştirilmektedir.

Ekonomimiz, emperyalizmin para gücü IMF’nin belirlediği programlara göre, yılda birkaç kez yerinde incelemeler, denetimler, kontroller yapılarak yönetilmektedir. Harfi harfine uygulanan bu programlar, yerli yabancı Parababalarının (Finans-Kapitalin) daha fazla kâr etmesi uğruna halkımızın her geçen gün biraz daha artan İşsizlik-Pahalılık cehennem ateşinde kavrulmasını getirmektedir. Programın hayata geçirilmesi zor olacak ise emperyalistlerin casus gücü CIA eliyle emperyalizmin ordu gücü NATO’nun “Bizim oğlanlar”ına, üç bin masum insanın canı pahasına 12 Mart, beş bin insanın canı pahasına 12 Eylül Faşist Darbeleri tezgâhlattırılmaktadır.

“Sosyalist Kamp”ın, İşçi Sınıfının Kurtuluş Bilimi olan MarksistLeninist ideolojinin en temel prensiplerine uymadığı için 1991’de yıkılmasından sonra, başını ABD’nin çektiği emperyalist haydutlar, sömürülerini arttırmak için dünyanın mazlum halklarına yeni saldırılar başlattılar. Dünya ölçeğinde serbest dolaşımının önündeki engelleri tümden kaldırmak ve tüm dünyayı tek bir pazar ve kâr alanı haline getirmek için bir dizi ekonomik ve askercil kararlar aldılar. İnsanlığın açlıktan kırılması pahasına, o da olmadı mı Afganistan, Irak, Filistin’de olduğu gibi en son donanımlı modern silahlarıyla yaşlı, kadın, çocuk demeden masum insanları acımasızca katlederek bu kararları bir bir uygulamaya başlamışlardır.

Günümüzde emperyalistler, tüm dünyada İşçi Sınıfına, Ulusallığa ve Halklara dair ne varsa savaş açmaktadırlar. Sömürünün önünde hiçbir engel tanımamakta, hiçbir engel görmek istememektedirler. Kendi anavatanlarında dahi İşçi Sınıfının kazanımlarını geri alma savaşını başlatmışlardır. İşsizlik sigortasını kaldırmaya çalışmaktadırlar. Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarının getirdiği yıkımlar, acılar, dünya halklarının bilincinde, böylesi acıların yaşanmayacağı biricik insancıl düzen olan Sosyalizme sempati doğurmaya başlamıştır. Kitlelerin Sosyalizme sempati duymalarının önünü kesmek, kendi Halklarının Sosyalizme kayma tehlikesini sekteye uğratmak için emperyalistler ‘sosyal devlet’ aldatmacasına başvurmuşlardır. Ama ne yazık ki “Sosyalist Kamp”ın çöküşünden sonra, Halkların Devrim ve Sosyalizme yönelişlerinin önünü kesmek için, “sosyalist devletin kitlelere verdiği hak ve özgürlükleri, kapitalizm de verebilir” palavrasıyla icat ettikleri (icat etmek zorunda kaldıkları) “Sosyal Devlet” yönündeki uygulamaları da ortadan kaldırmaktadırlar günbegün. Karşılaştıkları ciddi dirençlere rağmen bu planlarına ulaşmak için inatçı bir çaba içindedirler.

“Sosyalist Kamp”ın çöküşünden sonra AB-D (Avrupa Birliği ve ABD) Emperyalistleri, bizim gibi kapitalizme geç geçmiş ve geri kalmış ülkelere yeni yeni kölelik anlaşmaları dayatmaya başladılar. Bunların en bilineni MAI dedikleri “Çok Yönlü Yatırım Anlaşması”dır. Bunun anlamı şudur: Uluslararası sermaye bir ülkeye girdiğinde, o ülkenin yasalarına tabi olmayacaktır. Bir anlaşmazlık durumunda “Uluslararası Tahkim Kurulu”nun kararları geçerli olacaktır. 1988’de bu anlaşmaya imza atan Türkiye, 1995 yılında kurulan “Dünya Ticaret Örgütü”ne de üye oldu. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) hiç zaman yitirmeden malların ve hizmetlerin dünya çapındaki dolaşımına ilişkin tüm ülkeler için geçerli olacak bütünsel bir düzenleme yaptı ve uluslararası ticarete serbest piyasa normlarını geçerli kılmayı amaçladığını ilan etti. GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) yukarıda değinilen sürecin ürünü olan ilk çok taraflı anlaşmadır.

Gerek Uluslararası Anlaşmalarla gerekse de en son Irak, Filistin ve Lübnan Halkının başına gelenlerle-getirilenlerle emperyalizm, şu gerçeği uluslara ve halklara dayatmaktadır:

“Ya güzellikle-kulca bizim emperyalist çıkarlarımız önündeki tüm engelleri kendi ellerinizle ortadan kaldırırsınız ya da biz teknolojinin son sözü, en son, en akıllı bombalarımızla meseleyi hallederiz!”

Ölümlerden ölüm beğenmek bu olsa gerek…

AB-D Emperyalistleri, daha fazla kâr için, insanlığın ve doğal çevrenin yok olması pahasına başlattıkları, insanlık için daha fazla kan, daha fazla açlık, daha fazla sefalet ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek olan bu topyekûn saldırılarıyla, kurmayı hedefledikleri dizginsiz sömürü sistemini “Yeni Dünya Düzeni” gibi cilalı laflarla yutturmaya çalışmaktadırlar bizlere.

AB-D Emperyalistlerinin 1000 devletli bir dünya hedefleyen “Yeni Dünya Düzen”lerinin ülkemizin de içinde olduğu bölge için özel bir projeleri de vardır: Büyük Ortadoğu Projesi (BOP).

BOP, zaten tek ulus olmasına rağmen 20’yi aşkın parçaya bölünmüş Arap Ulusunun daha da parçalanarak lime lime edilmesi, bölgedeki diğer devletlerin de üçe-beşe bölünmesi “projesi”dir. Projenin Irak ayağında Irak’ı üçe bölerek hedeflerine ulaşan emperyalistler, şimdi Afganistan’ı parçalamaya çalışıyorlar. Yakın sırada İran, arkasından gelecek Türkiye de ısınma odasında parçalanmaya kerte kerte hazırlanıyor.

Ülkemizde Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla domuz topu olmuş Finans-Kapital hükümetleri de, Uluslararası Finans-Kapitalin, “Yeni Dünya Düzeni” için BOP gereği yolladığı tüm emirlerine secde edercesine boyun eğmekte, dayatılanları hemen uygulamaya sokmaktadır. Zaten Tayyip de BOP’un eşbaşkanı değil midir?

Yerli Parababaları, 24 Ocak (1980) Kararları’ndan başlayarak kendi devlet yapısını uluslararası Finans-Kapitalin buyurduğu gibi yeniden düzenlemiş ve İşçi Sınıfımız bileğinin hakkına her neye sahipse, emekçi halkımız her neyi kazanmışsa hepsini yok etmek için elinden gelen tüm çabayı göstermiştir.

Tayyipgiller, AB-D Emperyalizmine vatanımızı ve halkımızın yarattığı tüm değerleri satarak, ülkemizi yarısömürgeden de öte tamamen dışa bağımlı açık bir sömürge haline getirmeye çalışmaktadırlar.

AB-D Emperyalistleri, çalışanlarımızı, yeraltı-yerüstü değerlerimizi her gün, her an oradan buradan kurt gibi daladıkları yetmezmiş gibi, şimdi de ulusal bağımsızlığımıza, ulusal onurumuza göz diktiler. Kurtuluş Savaşı’yla tarihin çöplüğüne attığımız, ülkemizi parçalara bölerek kendi sömürge valilerinin yönettiği eyaletler durumuna getirme planı olan SEVR’i 80 yıl sonra yeniden önümüze sürmeye başladılar.

AB-D Emperyalistleri, bu Sevrci kuşatmaları karşısında en ciddi direnç noktası olarak Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Başkomutanı Mustafa Kemal’in Antiemperyalist, Antifeodal, Laiklik ilkelerini benimsemiş olan Devrimci Gelenekli “Seyfiye Sınıfını” (özellikle de Ordu Gençliği’ni) ve “İlmiye Sınıfını” (özellikle de yargı mensubu ve öğretim üyesi aydınları) görmektedir.

İşte bu nedenle dünyada ilk başarıya ulaşmış Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıran Ordu’nun subay ve askerlerinin başına çuval geçirerek, kaba davranışlar ve hakaretlerde bulunarak NATO postallarıyla onurlarını (onların nezdinde tüm Türkiye Halkının onurunu) ezdiler.

Ardından da faşist dönemlerinin mahkemelerini-yargılamalarını bile aratan Ergenekon 1, Ergenekon 2, … Ergenekon 12, Balyoz vb. gibi sonu gelmeyen operasyonlarla Sevrci kuşatmaya karşı çıkan AntiemperyalistAntifeodal ve Fettullahçı Tayyipgiller’in “Ilımlı İslam” maskeli Şeriatçı tırmanışına karşı koyan emekli-muvazzaf paşaları, subayları, gazeteci, yargı mensubu ve öğretim üyesi aydınları birer birer, onar onar içeri tıkmaya başladılar.

Bir Amerikan oyunu, bir CIA tezgâhı olduğunu en sıradan insanımızın bile anladığı bu operasyonları, kendilerine Solcu diyen bizimse artık Sevrci Solcu dediklerimiz göremiyor. CIA’nın sesi “Taraf” Gazetesinin zehirleri, Emperyalizmin “Project Democracy”sinin Euro ve Dolarlarıyla beslenen bu gruplar, “darbeciler hesap verecek” naralarıyla alkışlıyorlar bu aşağılık, vatan ve halk düşmanı CIA operasyonunu…

Asıl Ergenekon’un, asıl Kontrgerilla’nın, asıl Süper NATO’nun, asıl Gladio’nun yargılananlar değil yargılayanlar/yargılatanlar olduğunu göremiyorlar. Kenan Evren gibi CIA’nın “Bizim oğlanlar” dediği faşist darbecilerin, Mehmet Ağar gibi bin operasyonun komutanı Amerikancı kontraların hiç birinin yargılanmaması da bu Sevrci Solcuları ayıktırmıyor.

Cezayir’de, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın tümünde yerli halklara uyguladıkları soykırımları tüm insanlığın bilincinde nefretle hatırlanırken, İsviçre ve Fransa’dan sonra şimdi de parlamentolarında 1915’te yaşananların bir “Ermeni Soykırımı” olduğunun kabulünü geçiren ABD’de ve İsveç’te sözde Ermeni Soykırımını reddetmeyi suç sayan bir yasa çıkartmak üzereler hiç utanmadan. Avrupa’nın demokrat geçinen diğer emperyalist “medeni” ülkeleri de bu aşağılık yalana karşı çıkmayı suç sayan aynı faşist yasayı çıkaracaklardır bir bir. Şimdilik sıralarını beklemektedirler. Her iki halk (hatta üç: Türk, Kürt ve Ermeni) açısından da acılarla dolu olan bir yarayı kaşıyarak, emperyalizmin oyuncağı olmaktan ve mazlum halkları birbirine kırdırmaktan öte hiçbir işlevi olmayacak olan Ermeni Milliyetçiliğini canlandırmaya çalışıyorlar. Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kafkaslar’da daha düne kadar Sosyalizm Bayrağı altında kardeşçe yaşayan halkları bugün nasıl birbirine boğazlattırıyorlarsa, bin bir tezgâhla, provokasyonla geçmişte birbirine kırdırdıkları bu mazlum iki halkı da bugün yine birbirine kırdırmaya çalışıyorlar.

AB-D Emperyalizmi, dünyanın en mazlum halklarından biri ve 30 milyon civarındaki nüfusuna rağmen hâlâ siyasi bağımsızlığına kavuşamamış dünyadaki en büyük halk olan dört parçaya bölünmüş, sömürge, kardeş Kürt Halkı üzerinde de benzer oyunlar oynamaktadırlar. Hain (caş) Barzani ve Talabani’yi Irak’taki kanlı işgallerine ortak ederek, Kürt ve Arap Halkları arasında yok edilmesi oldukça zor düşmanlık tohumları ektiler. Şimdi aynı oyunu Türk ve Kürt Halkı arasında tezgâhlamaya çalışıyorlar.

Ne acıdır ki, kendine devrimciyim, ilericiyim, demokratım, yurtseverim hatta sosyalistim diyen bazı siyasetler ve kişiler Ermeni Milliyetçiliğini, Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünü desteklemektedirler. Ve gene ne acıdır ki, KESK’in yönetimlerini de bu anlayıştaki siyasetler oluşturmaktadır. Bu demektir ki AB-D Emperyalistleri bu provokasyonlarında bir hayli yol almış durumdadırlar.

Pentagon buyuruyor ki: “dünya 1000 devlete bölünmelidir”. Reagan’ın başkanlığında oluşturulan “Project Democracy” tespit ve ilan etmiştir ki: emperyalizme karşı “ulusal devleti ve ulusal bağımsızlığı savunmak komünizmdir; ulusal bağımsızlık için mücadele verenler teröristtir.” Bunlara karşı insan hakları, çevre, kadın, eşcinsel, hayvan, çocuk, azınlık, dini cemaat hakları söylemli, devletten bağımsız ama ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan “sivil örümcek” NGO (NonGovernmental Organization, Türkçesiyle “Devlet/Hükümet Dışı Örgütler”, bizim Sahte Solcuların deyimiyle “sivil toplum örgütleri”) ağları marifetiyle “turuncu devrimler” hazırlandı ve yapıldı. Sosyalist Kamp’ın çöküşünde de CIA tarafından yönlendirilen bu sivil örümceklerin çok önemli rolü olmuştur.

ABD Dışişleri Bakanlığı’na (yani aynı zamanda CIA’ya da) bağlı çalışan bir birimin kontrolünde “sivil örümceklerin” parasal kaynağını sağlayacak bir fon oluşturuldu. ABD Emperyalistlerinin çeşitli paravan vakıfları, şirketleri, dernekleri, partileri bu fona para sağladılar. Bu fon kaynakları kullanılarak bizim gibi ülkelerde dernek, vakıf adı altında devletten bağımsız ama ABD’ye bağlı “sivil örümcekler” kuruldu veya kurulu olanların bazıları satın alındı. Bu sivil örümceklere (kurum veya kişi)  yaptıklarıyapacakları “proje”leri (ama ABD’deki ilgili birim tarafından onaylanması kaydıyla) destekleme adına bu fondan sağlanan yüklü miktarda çil çil Dolar yardımlar akıtıldı. Böylece bu örümcekler ideolojice de, midece de tamamen ABD Emperyalistlerine, CIA’ya tabileştirilerek ajanlaştırıldılar.

Tabiî AB Emperyalistleri de, aynı yöntemleri uyguladılar, uyguluyorlar.

Bunların içyüzünü, Türkiye’de ortaöğrenim görmüş her namuslu insanımızın kolayca anlayabileceği açıklıkta ortaya koyarak kitaplaştıran araştırmacı-yazar Mustafa Yıldırım’dan, gelinen vahameti gösteren bir alıntı yapalım:

“Emekli CIA görevlisi, bir dönem ABD’nin Kıbrıs Arabulucusu, şimdilerde NDI Avrasya sorumlusu Charles Nelson Ledsky, Cumhuriyet Gazetesine tam sayfa konuk olduğunda, birçok derin açıklamalarının yanı sıra, Türkiye işlerinden söz ederken yerli ‘sivil’ örgütlerle ilişkisini açıkça belirtiyordu:

“Farklı zamanlarda farklı projelerle ilgili çeşitli kuruluşlarla çalışıyoruz. İstanbul’da TESEV, TÜSES, TÜSİAD, Ankara’da Ka-Der, Türk Parlamenterler Birliği, TESAV, Türk Demokrasi Vakfı (….) Bazı Meclis Komisyonlarıyla faaliyetlerimiz oldu. (…) İlki Muğla’da MUMİKOM adıyla başlayan Parlamento İzleme Komiteleri’yle çalıştık.” (Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s. 48-49)

Ledsky ağa takılanlardan en bilinen bir kaçını saymaktadır sadece. Bir de her şeyi açık etmek istememektedir.

Ledsky’nin sözünü ettiği “Sivil Örümcek Ağı”nı ören hemen akla geliveren bazı örgütler şunlardır:

ABD Merkezi Hükümetine bağlı ve onun denetiminde olan NED (National Endowment For Democracy-Ulusal Demokrasi Fonu), AID (Ulusal Kalkınma Ajansı), NDI (Uluslararası İşler İçin Ulusal Demokrasi Enstitüsü) vb. vb…

İsmi ilk akla geliveren ABD’li milyarder (Finans-Kapitalist) Soros gibi, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi AB-D içinde aynı işlevi gören birçok kişi ve kurum NED’le paralel faaliyet yürütmektedir. Ve bu sivil örümcek faaliyetleri artık o kadar alenileşmiştir ki, bunların faaliyetleri basında “Turuncu Devrim”, “Soros Devrimi” gibi yakıştırmalarla, halkların biricik umutları “Devrime” olan sempatilerini istismar ederek, yaptıkları karşıdevrimler şirin gösterilmeye çalışılmaktadır. Soros’un bizzat kendisi, sayfa sayfa yapılan röportajlarda insan hakları, demokrasi şakımalarıyla konuşmasını süslemeyi ihmal etmeyerek “solcu” milyarder pozlarıyla yaptıkları ajanlaştırma faaliyetlerini, bu uğurda akıttıkları paraları ballandıra ballandıra anlatmaktadır utanmadan.

AB-D Emperyalizminin bu kurumlarının fonlarından beslenip onların desteği ile AB-D Emperyalizminin ekonomik ve siyasi çıkarlarına uygun toplantılar düzenleyenlerle, faaliyet yürütenlerle İşçi Sınıfının örgütlerinin, KESK ve benzeri Halk Örgütlerinin, kendine devrimciyim diyen hiçbir kurum ve kişinin işi olamaz, olmamalı.  Çünkü NED, AID, NDI, IRI vb. örgütlenmeler; ABD merkezi hükümetine bağlı, uluslararası Finans-Kapitalistler ve CIA tarafından finansmanı sağlanan örgütlenmelerdir.

Ama ne yazık ki bugün birçok sol görünen kurum ve kişi para temin etmek için “proje” bağlantısıyla bu örgütlerle ilişki kurmaktadır.

Bu sivil örümcekler için “Tam Bağımsızlık” artık demode olmuştur. Azınlıkların hakları uğruna Sevr’e karşı çıkılmamalıdır. “Ulusal ve azınlık hakları” uğruna Türkiye parçalansa kötü mü olur? Anadolu’da Türk kimliği zaten suni bir kimliktir, bu toprakların sahibi Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerdir… vb. gibi görünüşte enternasyonalist sol söylemlerle kafalar karıştırılarak AB-D Emperyalistlerine hizmetkârlık yapılmaktadır.

Emperyalistlerin dayattığı bu parçalanmalar, halklar arasına ektiği düşmanlıklar, ulusal boğazlaşmalar uluslara özgürlük mü getirmekte, yoksa toptan ve kökten tam bağımlı sömürge eyaletleri mi doğurmakta (Kuzey Irak’ta, daha doğrusu Güney Kürdistan’da olduğu gibi)? Bu enternasyonalizm mi yoksa emperyalizmin oyuncağı/maşası olmuş zavallı şovenizm midir? Tıpkı Balkanlarda ve Kafkaslarda olduğu gibi…

Bu ajanlaşmış sivil örümceklere göre “Ortaçağcı Şeriatçılığa karşı çıkarak laikliği savunmak” din özgürlüğüne uymaz. “Din Özgürlüğü”nü savunmak için bu Ortaçağcılarla her platformda bir araya gelinmelidir. Halkın Kurtuluşu Partisi ve bir iki siyaset dışında hemen tüm siyasetler, zaten her eyleme bunları da çağırmaktadırlar. Hatta bizim itirazlarımızı önemsemeden onları bize tercih edecek denli şeriatçılarla yakın ilişki içindedirler. Sanki insanların, halkların samimi, temiz dini inanç ve ibadet özgürlüğü, siyasi dinden (ılımlı-ılımsız Siyasi İslam’dan, yani Ortaçağcı Şeriatçılıktan) ayrı değilmiş, laiklik, tam da samimi dindarlığı siyasi din bezirgânlığından kurtarmak için demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından değilmiş, Şeriatçılık demokrasi gereği kökünün kazınması gereken Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisi değilmiş gibi… Sanki “Yeşil Kuşak” adını verdiği provokasyonuyla Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak için Müslüman Ülkelerde şeriatçı hareketler kurarak, besleyerek, Siyasi İslamı geliştiren bizzat ABD Emperyalizminin kendisi değilmiş gibi. 1960’lı yıllarda ülkemizde gelişen Devrimci Hareketin önünü kesmek için ABD Emperyalizminin casus örgütü CIA eliyle, faşist komando teşkilatlarından önce kurulan, Kanlı Pazar’da devrimci kanı içen “Komünizmle Mücadele Dernekleri”“İlim Yayma Cemiyetleri” ve “Yeniden Milli Mücadele Dernekleri” Ortaçağcı Şeriatçı örgütler değilmiş gibi… Geçmişte hiçbir devrimcinin bu Ortaçağcılarla ilişki ve ittifaklar kurarak böylesine utanç verici bir alçalma içine düştüğünü hatırlamıyoruz. Ne değişti?..

“Tam Bağımsızlık” (Antiemperyalizm) ve “Gerçekten Demokrasi” (Antifeodalizm) ilkelerinden ne kadar uzaklaştığımızın acı gerçekleridir bunlar. Bugün artık ülkemizi emperyalistlere satmakla görevliyim diyen Hâkim Sınıfların temsilcisi Tayyip’le tam bir uyum içinde olan; AB’ı, YENİ SEVR’i, Emperyalist Yeşil Kuşakçılığı (Siyasi İslamı/Ortaçağcı Şeriatçılığı) savunan gafiller veya hainler ne acıdır ki Devrimci Güçler Cephesinin içine kadar sızmış durumdadır. Bu hayâsızca gidişin en önemli nedeni Dağınıklığımız, yani Örgütsüzlüğümüzdür. Bu gidişe dur demek için önümüzde duran en acil görev İşçi Sınıfı Partisini yeniden örgütlemek ve Halk Kurtuluş Cephesi’ni yaşama geçirmektir. Ancak o zaman AB-D Emperyalistlerinin ve onların yerli ortaklarının ülkemizdeki sömürü ve soygun düzenine son verilebilecektir.

Gün, Tam Bağımsız, Gerçekten Laik, Demokratik Türkiye için, bize Yeni Sevr’i dayatan, bizi Ortaçağın karanlığına götürmek isteyen AB-D Emperyalizmine karşı İKİNCİ KUVAYIMİLLİYE ruhuyla İKİNCİ KURTULUŞ SAVAŞI sancağı altında DERLENMEBİRLEŞME-SAVAŞMA günüdür!

II. KESK’TE İDEOLOJİK SAPMALAR

Türkiye sosyalist hareketi içerisinde yer alan burjuva ve küçükburjuva sosyalistleri, Türkiye’deki sınıf ilişki ve çelişkilerini doğru kavrayamadıklarından dolayı, kamu emekçileriyle ilgili tahlillerde ve örgütlenme yöntemlerinde de sapmalara düşmüşlerdir. Bu sapmaların meydana gelmesinde dünyada ve Türkiye’de meydana gelen üç olay belirleyici olmuştur:

Bunlardan birincisi, uluslararası emperyalizmin 1970’lerde başlayan ekonomik krizidir. Emperyalizm, bu krizi aşmak için ilk olarak tüm dünya ülkelerinde sosyal devlet anlayışının kırıntılarını dahi ortadan kaldırma saldırılarını başlatmıştır (özelleştirme saldırıları vb. gibi). Çünkü sosyal devlet anlayışı kapitalistlere pahalıya mal olmaktadır. Bundan olabildiğince çabuk kurtulmak gerekmektedir. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte hizmet sektörü ve bu işlerde çalışan insan sayısı da olabildiğince genişlemiş ve artmıştır. Bu gelişmelerden hareketle kapitalistler, günümüz dünyasında İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin (mavi yakalılar ve beyaz yakalılar olarak) değiştiği görüşünü son derece akıllı politikalarla yerleştirmeye ve yaygınlaştırmaya başlamışlardır. Özellikle 1983 sonrası sendikal alanda yapılan toplu iş sözleşmelerine bakılacak olursa, sendikacıların altına imza koydukları toplusözleşme maddelerinde bu durumun somutlandığı görülecektir.

Burada göze batırılması gereken önemli nokta, Parababalarının bu söylemi son derece bilinçli bir biçimde ortaya koyduklarıdır. Burjuvazi, İşçi Sınıfının niteliği değişmiştir derken, bir taşla iki kuş vurmak istemektedir.

Vurulacak birinci kuş, İşçi Sınıfının bu güne gelinceye dek elde ettiği kazanımlardır. Parababaları, teknolojik gelişmeyle birlikte artık İşçi Sınıfına olan gereksinimin azaldığını; makinelerin (bilgisayarlar, robotlar vb.) devreye girmesiyle birlikte eskiden işçilerin yaptığı birçok işi bu modern araçların üstlendiğini dile getirerek, toplugörüşmelerde işçilerin aleyhine maddeleri ‘çağdaş’ sendikacılara pek güzel yutturmaktadırlar. Hatta sendikacılar (tabiî ki sınıf uzlaşmacı sendikacılar) bu konuda çok iyi ikna olup, bu görüşleri işçilere benimsetmek için kendilerini paralamaktadırlar.

Vurulan ikinci kuş ise sanayi proletaryasının sınıf içindeki belirleyici rolünün ortadan kalktığı görüşünü benimsettirmektir. Dolayısıyla Parababaları son derece bilinçli olarak, sınıf örgütlenmelerinin doğru örgütlenme perspektiflerini yanıltmaya ve saptırmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarısız oldukları söylenemez. Nitekim 1980 sonrası burjuva-küçükburjuva devrimcileri arasında, sınıf hareketi açısından beyaz yakalıların artık sanayi proletaryasından daha önemli rol üstlendiği görüşünü savunanlar yaygınlık kazanmıştır. Bugün KESK’in tepesine çöreklenen burjuva-küçükburjuva sosyalistleri de bu anlayıştadır. Yani Finans-Kapital aydını, sendika aristokrasisini, tencere kapağını bulmuştur…

Sosyalist Hareketimizin yanlışlara düşmesine neden olan olayların ikincisi 12 Eylül yenilgisi,

Üçüncüsü ise Sosyalist Kamp’ın 1990 yılında başlayan dağılışıdır.

Bu çifte yenilgi, bir yandan emperyalistlerin hayâsız saldırganlığını tetiklerken (özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmanın artması, emperyalizmin önündeki tüm ulusal pazar engellerinin kaldırılması, yeni egemenlik biçim ve alanlarının olabildiğince genişletilmesi gibi); diğer yandan da, bu olguları (biri ulusal diğeri evrensel olan çifte yenilgiyi) yanlış tahlil eden sosyalist grupların sağ ve sol sapıtmalarını iyice azıtmalarına, ideolojik ve örgütsel dağılışlarına yol açmıştır.

Hangi birini sayalım?..

Yenilginin Marksist-Leninist ideolojinin kaçınılmaz sonucu olduğu, Martov, Plehanof, Kautsky, Gramşi, Altuzer, Trostçki, Bakunin vb. sosyalizmlerinin, Menşevizm’in daha doğru olduğunu savunarak mürtet kocakarıları hortlatmaya çalışanları mı? AB’nin (Emperyalist Avrupa Birliği’nin) demokrat olduğunu, AB (yani emperyalizm) sayesinde ülkeye demokrasi geleceğini hayal edenleri mi? AB-D kaynaklı resmi-gayri resmi – Governmental, Non Governmental Organization, kısası NGO (entel dantel deyimle “encio”) – vakıf, dernek gibi “sivil” örümceklerden ”proje” kılıflı alınan çil-çil Euro’lar, Dolar’ların bedeli olarak Yeni Sevr’i savunma hıyaneti içine düşenleri mi? Uluslararası Finans-Kapitalist ABD’li Soros’un “Turuncu Devrim” denilen karşıdevrimlerini alkışlayanları mı? Kürt Sorunu’nun çözümünü AB-D Emperyalistlerine ısmarlayanları mı? Ortaçağın karanlığına dönmek için çalışan Şeriatçı Tefeci-Bezirgân örgütlerle “kanka” olanları mı? Hangi birini?.. Maalesef bugün KESK’i bu anlayışlara sahip olanlar yönetmektedir.

İşte bu ideolojik/teorik ve pratik savrulmaların sendikal mücadele alanındaki yansımaları da şunlardır:

1. Emek-sermaye çelişkisi yani sınıflar savaşı kalkmıştır veya yumuşamıştır.

2. Devrim şart değildir, düzen içi kazanımlarla da bu iş çözülebilir. Bu nedenlerle sınıf partisine, gerçek Marksist-Leninist partiye gereksinim yoktur. Çünkü burjuva demokrasisinde her türlü siyasal örgütlenme açık ve yasal şekliyle serbesttir. Hatta İşçi Sınıfı Demokrasisine (Proletarya Diktatörlüğüne) de gerek yoktur. Bunların sloganları “Yaşasın demokrasi!” (Tabiî ki burjuva -yani Finans Kapital- demokrasisi)… “Yaşasın ekonomizm! Yaşasın sendikalizm! Yaşasın çağdaş sendikacılık!” şeklindedir artık.

3. İşçi Sınıfının niteliğinin ve bileşenlerinin değiştiğini söyleyen başka akımlar da türedi. Bunlar yukarıda değindiklerimizden farklı olarak Kapitalist üretim yordamı içinde dolaylıca yer alsalar da kır yoksulları, kent yoksulları, işsizler, memurlar, ev kadınları vb. tabaka ve zümrelerin de artık, kapitalist üretim yordamında dolaysızca yer alan İşçi Sınıfı içerisine sokulmaları gerektiğini savunmaktadırlar. Dolayısıyla özgücün-öncünün tanımı yeniden yapılmalıdır. Sloganları da: “Yaşasın anarko sendikalizm!”dir.

Yukarıda değindiğimiz bakış açıları KESK’te ve bağlı sendikalarda sağ ya da sol sapıtmaları üretmektedir. Sağ sapmayı temsil eden ve çoğunlukla KESK’te yönetimlerde olan anlayışlar (Devrimci Sendikal Dayanışma, Sendikal Birlik, EMEP) “emek”-sermaye çelişkisinin yumuşadığını, toplumsal dönüşümler (reformlar) yoluyla ekonomik-demokratik-siyasal hakların elde edilebileceğini ve geliştirilebileceğini ileri sürmektedirler (Bakınız: DSD Broşürleri, Sendikal Birlik Broşürleri, EMEP Broşürleri). Bunların bir kısmı sınıf, sınıf sendikacılığı kavramlarını söylemlerinde halen kullanıyor olsalar da pratikte bu söylemin tamamen karşıtı davranışlar sergilemektedirler. Dolayısıyla bu anlayışlar, çağdaş sendikacılığı (sınıflarüstü – siyasetlerüstü sendikacılığı) önermektedirler.

Aynı anlayışlar son derece pragmatik bir yaklaşımla, kendi siyasi partilerinin üstlenmesi gereken görevleri KESK üzerinden yürütmeye çalışmakta, sendikayla partinin işlevlerini birbirine karıştırarak örgüt karmaşası yaratmaktadırlar.

Bu sağ sapmanın varacağı kaçınılmaz sonuç sarı-gangster sendikacılıktır. Onlar için en doğru slogan “Yaşasın ekonomizm!”dir.

Söylem olarak sınıf sendikacılığı diyen, ancak gündeme getirdikleri “yeni tip” sendikal anlayışlarıyla bir sürü saçmalıklar zırvalayanlar da ayrı bir kategori oluşturuyorlar. Bunlar İşçi Sınıfının bileşenlerinin değiştiğini ileri sürerek, memurları, işsizleri, kır-kent yoksullarını hatta çevrecileri İşçi Sınıfının bir parçası ve hatta toplumsal mücadelenin özgücü olarak gören ütopik küçükburjuva ve burjuva sosyalist grupları olup, Toplumsal Hareket Sendikacılığı, Birleşik Sendikal Hareket vb. adlarla ortaya çıkmaktadırlar. (Birleşik Sendikal Hareket –BSH-, 2003, Sınıf Hareketinde YÖN 2003.)

Onlar, günümüzde emperyalist kapitalizme karşı verilecek savaşta özgüç olarak yalnızca “klasik İşçi Sınıfının” gücünün yetmeyeceğini, yedek güçlerin de özgüçle harman edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Onlara göre günümüzde özgücün niteliği, bileşenleri, sayısı da değişmiştir zaten(!) Kısacası: İşçileri, memurları, kır-kent yoksullarını, işsizleri, ev kadınlarını tek sendikal merkezde örgütle; işte sana parti-cephe… yaşasın toplumsal mücadele… yaşasın devrim!.. Hele, hele bir de bunu dünya ölçeğinde örgütleyebilirsek yaşasın ‘dünya devrimi’!.. demektedirler…

Böylesi bir bakış açısıyla İşçi Sınıfı-özgüç, devrimci sınıf sendikacılığı, parti, halk cephesi, ittifaklar, müttefikler, stratejiler, taktikler nedir, nerede başlar ve biter belli değil. Hepsi karmakarışık bir şekilde birbirinin içine geçmiş durumda. Böylesi bir durumun Marksist-Leninist literatürdeki karşılığı anarko-sendikalizmdir, ütopizmdir.

1967 yılında Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın meseleyi nasıl koyduğuna bakalım:

“Modern İşçi Sınıfı ekonomik savaşını Sendikacılık ile mi yürütüyor? Antika sınıflar, hemen daha öngörüşlü atılışlarla sendikacılığı Allahlaştırdılar. Sosyalizm de ne imiş? İşçi Sınıfının devrimciliğine başka bütün öteki sosyal sınıf, tabaka ve zümrelerin hoşnutsuz devrimcilerini de katmak ve toplum ölçüsünde milletin bütününü kaplayan bir kurtuluş hareketi yaratmaktır.

“Antika sınıf artıkları, biraz da Kapitalist Sınıfının kışkırtması ile, sosyalizmi doğrudan doğruya sendikalar eliyle kurduracaklardır. Lanet olsun şu siyasi partilere. Yaşasın sendikalizm!

İşçi Sınıfı, sen: sosyalizm mi dedin? Ben, küçükburjuva: öyle bir Anarşizm yaparım ki, feleğin şaşsın. İşçi Sınıfı sen: siyasi parti mi dedin? Ben, küçükburjuva: bir sendikalizm tuttururum ki, senin partin o yığın örgütleri yanında halt etmiş. İşçi Sınıfı, sen: Grev mi dedin? Dur ben küçükburjuva: sana bir genel grev icat edeyim ki, yer yerinden oynasın.. Vb… vb…” (Hikmet Kıvılcımlı, Ekonomik Mücadele Üzerine, s. 178-179)

Sonuç olarak, böylesi sapmalar içerisinde bulunan ve Bilimsel Sosyalizm ışığında Türkiye orijinalitesini görmekten uzak olan bu anlayışların doğru sendikal mücadele yöntemleri ortaya koyamayacağı açıktır.  Nitekim de öyle olmuştur. KESK’in geldiği içler acısı durum bunun en somut göstergesidir.

Biz Kamu Emekçileri bir yandan bu sapmalara karşı mücadele yürütürken bir yandan da yerli-yabancı Parababalarının (emperyalistlerin) tezgâhladığı, çalışma koşullarımızda çok büyük hak gaspları getiren yeni yasal “düzenlemelere” ve Faşizan, Şeriatçı uygulamalara karşı en geniş birlikteliği sağlamalı, tüm gücümüzü mücadeleye seferber etmeliyiz.

III- SENDİKAL ANLAYIŞIMIZ

“Türkiye gibi medeniyete geç gelmiş bir ülkenin geç kalmış olmaması için, milli plan ve kalkınma ihtiyacı bütün çalışan halk tabakalarını sendikalaştırmakla giderilebilir. İster zihin ister beden işgücünü sınırlı süre için başkasına satan işçiler gibi, işgüçlerini maaşlı tüzel kişilere satan kamu hizmetlileri de, zihin ve beden iş güçlerinden başka bir geçim yolları bulunmayan üretmen köylü, esnaf, serbest meslek adamı aydınlar da sendika kurabilirler ve kurmalıdırlar (…) Modern insanların (büyük fabrika işçisi olsun, dağınık ziraat amelesi olsun, mağaza, banka veya devlet memuru olsun; üretmen köylü, esnaf aydın olsun) bir tek iktisadi, sosyal ve kültürel teşkilatları olabilir: SENDİKA” (Hikmet Kıvılcımlı, Ekonomik Mücadele Üzerine, s. 36-37)

Üyelerinin ekonomik, demokratik, kültürel haklarını korumak ve geliştirme mücadelesini yürütmekle yükümlü olan sendikalar; din, dil, ırk, mezhep, cinsiyet, siyasi düşünce ayrımı gözetmeksizin bu işlevlerini yerine getiren sınıf örgütleridir. Sendikanın görevi salt ekonomik mücadele ile sınırlanamaz. Sınırlamak, kapitalistin istediği bir durum olur. Ufkunu ekonomik mücadele ile sınırlayan sendika, bu görevini de başarı ile sonuçlandıramaz.

“Sendikal örgütler sadece iktisadi mücadelenin gelişmesi ve pekişmesi için son derece yararlı olmakla kalmazlar, aynı zamanda siyasal ajitasyonun ve devrimci örgütlenmenin çok önemli bir yardımcısı olabilirler.” (V. Lenin, Ne Yapmalı?, s. 145)

Devrimci mücadele tarihi bize göstermiştir ki; birçok sendika, sınıf ideolojisinden uzak önderliklerin ekonomist politikalarıyla sınıf uzlaşmacılığı batağına sapmış, giderek sendikacılığı meslek edinen (arpalık kapısı olarak gören) bürokratik unsurların ihanetine uğramıştır. Kimi sendikalar doğrudan devlet eliyle kurulmuş, ya da bizzat patronlar kurdurmuş, kimi sendikalar da gerici güçler tarafından kurularak bu güçlerin İşçi Sınıfına nüfuz etmelerinin bir aracı olmuştur. Bu saydığımız sendikaların ya da önderliklerin bilinçli ya da bilinçsiz kendi sınıfı yerine, burjuvaziye hizmet ettiği açıktır. Unutulmamalıdır ki kıran kırana bir sınıflar savaşı yaşıyoruz. Bu savaşta sendikalar, halkın kurtuluş mücadelesini yürüten siyasi kurmaya (Proletarya Partisine) yardımcı olması gereken örgütlerdir. Sendikal örgütlerin kendilerini devam ettirmesi ve yeni kazanımlar sağlayabilmesi örgütlenme gücüne ve mücadelesine bağlıdır. Üyeleri ile sağlam ve güvenilir bağlar kuramamış örgütler sayıca büyük olsa da ne siyasi harekete ne de sendikal harekete yeterince katkıda bulunamazlar. Örgütlenmesini üyelerinin taleplerine ve sınıf mücadelesi perspektifine (İşçi Sınıfı Bilimi olan Marksizm-Leninizme) göre belirleyemeyen sendikalar hızla erimekte ve sendikal bürokrasinin de etkisiyle güçlerini yitirmektedirler.

Türkiye’de İşçi Sınıfı açısından yıllardan beri nasıl bir “sendikalar faciası” yaşanıyorsa, bugün Kamu Emekçileri Cephesinde de bir “sendikalar faciası” yaşanmaktadır adeta. Bu durumun ana sebeplerinden biri, sendikaların, sürece müdahale edici, geniş, kapsamlı, somut, militan, doğru taktikler geliştirebilen; üyeleri tarafından netçe anlaşılmış ve içselleştirilmiş açık, net, sürekliliği olan ve mutlaka sonuç alıcı örgütlenmeler ve mücadele stratejilerinin dolayısıyla da politikalarının olmayışıdır. Bu özellikler kimi tüzük ve programlarda yer almış olsalar da kâğıt üzerinden yaşama geçip ete kemiğe bürünememişlerdir. Etkin sendikal stratejiler ancak içinde yaşanılan toplumun sınıf ilişki ve çelişkilerini doğru tahlil ederek uygulanabilirler. Ayakları yere basmayan, diğer ülkelerden ithal program, ithal strateji ve politikalarla bu iş yürümez. Kısacası üretilecek sendikal stratejiler kendi ülke orijinalitemizi yansıtmalıdır.

15 yıldır KESK yönetimlerinde bulunan ÖDP + Yurtseverler (EMEP ve benzeri ibrikçileriyle beraber) ittifakının kısa sürede ekonomizm, sendikalizm batağına saplanıp, bürokrat/sarı sendikacılığa sapmaları, bir zamanlar ‘sahte sendika, devlet güdümlü sendika, kontra-sendika’ dedikleri sendikaların “güçlenmesine” zemin hazırlamıştır. Bu devlet güdümlü sağcı sendikaların “güçlenmeleri” (KESK’ten daha fazla üyeye sahip olmaları), onlarla ortak işler yapmayı getirmiş ve birlikte EMEK PLATFORM’ları oluşturarak onların meşrulaşmasını sağlamıştır. Bu son derece yanlış uzlaşmaları, o sendikaların tabanına gerçek sendikal mücadeleyi göstermek ve böylece o sendikalardan üye kazanmak şeklinde gerekçelendirmişlerdi. Ama yapılan ittifaklar tabana inmeyip tepedeki kontralarla sınırlı kaldığı için, üye kazanma yerine üye kaybedilerek bugün içinde bulunulan acı duruma gelinmiştir. Sendikal örgütlenmede ve pratik mücadele alanında doğru strateji ve taktikler üretip uygulayamadıkları için bu yönetimler son tahlilde burjuvaziye hizmet etmişlerdir.

Bilindiği gibi strateji sözcüğü bir askercil savaş terimidir. Ama zamanla insanoğlunun her alanındaki davranışlarında, özellikle de sınıflar savaşı alanında kullanılagelmiştir. Klasik anlamıyla strateji denince akla özgücün başlıca vuruşunun yönünü belirlemek ve dolayısıyla da bir aşama sırasında vurucu güçlere yerlerini aldırışı düzenlemek gelir. Daha da netleştirirsek strateji belirli bir hedefe veya amaca ulaşmada en etkin ve başarılı olan ya da olacak yolların ana hatlarıyla ortaya konması ve içinin doğru ve etkin çeşitli taktik, parola ve yöntemlerle doldurulmasıdır. Doğal olarak doğru strateji, doğru politikaların, pratik mücadele yol ve yöntemlerinin oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Bu yüzden de madde ve manaca İşçi Sınıfına yakın olan Kamu Çalışanları (memurlar) sendikalarında doğru sendikal politikalarla donanarak sendikal örgütlenme ve militan bir sendikal mücadele yürütmelidir. Bunun yolu da Devrimci Sınıf Sendikacılığı anlayışını sendikalarda etkin kılmaktan geçer.

Bu anlayışı benimseyen Devrimci Kamu Çalışanları, teorik ve pratik olarak sendikal hareket içerisindeki her türden burjuva görüşle çatışacaktır. Bu çatışmayı bilinçli ve ısrarlı bir biçimde sürdürmek sınıf mücadelesinde kazanımlar elde etmenin zorunlu koşuludur. Amacı sendikalarımızdaki gerici-bürokrat eğilimlerin egemenliğine son vermek olan Devrimci Sınıf Sendikacılığı gerçek sendikal örgütlenmede de bize yol gösterecektir. Devrimci Sınıf Sendikacılığı, sınıf karşıtlığı ve ezen-ezilen çelişkisi devam ettiği sürece, sınıflar savaşının bütün olgularda temel belirleyici olduğu ve çağımız kapitalizminin (emperyalizmin, AB dâhil her türden emperyalizmin) İşçi Sınıfının ve tüm dünya halklarının amansız düşmanı olduğu gerçeğini temel alarak mücadele eden sendikal anlayıştır. Bu sendikal anlayışın temel belirleyicileri şunlardır:

1. Sınıf sendikacılığı: İşçi Sınıfının işverenlerle olan çatışmasını yalnızca işyeri sınırları içinde tutmakla kalmaz. Mücadelenin toplum yaşamının tüm kesimlerine yansıdığını kabul eder. Mücadeleyi diğer işkollarıyla, diğer emekçilerle, genel ülke ve dünya sorunlarıyla, politik-ideolojik mücadeleyle bütünleştirir. Sınıf sendikacılığı sınıf mücadelesi temeline dayanır. İşgücü-sermaye işbirliğini savunan sarı sendikacılıkla mücadele eder.

2. Kitle sendikacılığı: Siyasi, dini, felsefi görüş ve ulusu ne olursa olsun tüm emekçileri kapitalist sömürüye karşı örgütler, yönlendirir ve mücadeleye sokar.

3. Devrimci sendikacılık: Sendikal hareketin sınıf mücadelesi temeline oturup oturmadığına bakar. Devrimci sendikacılığın amacı, İşçi Sınıfının kapitalist sömürüden temelli olarak kurtulmasıdır. Bu ise İşçi Sınıfının Uyanış-Derleniş-Birleşi Yoluna girerek oluşturacağı Proletarya Partisi Kurmaylığında vereceği siyasi mücadelesiyle gerçekleşir. İşçi Sınıfımızın kapitalist sömürüden kurtulması, ancak bu yola girerek sınıf temelinde örgütlenmesiyle ve vereceği iktidar mücadelesiyle gerçekleşebilir. Bu yüzden İşçi Sınıfı yalnızca sendikal mücadele ile yetinemez. Gerçek kurtuluşu için, sınıfsız, sömürüsüz toplum için siyasi mücadele de vermek zorundadır. Bu konuda emekçi kitlelere önderlik etmek, onları birleştirmek görevi de devrimci sendikacılığın vazgeçilemez, ertelenemez görevidir. İktidar mücadelesi elbette İşçi Sınıfı partisiyle verilecek bir mücadeledir. Bu nedenle devrimci sendikacılık siyasi mücadeleyle sendikal mücadeleyi karıştırmak değil, sendikaların İşçi Sınıfı partisiyle ve onun siyasi mücadelesiyle bağlarını sürekli güçlendirme görevini ihmal etmemektir. Bugün Kamu Emekçileri cephesinde de yaşanan ‘sendikalar faciası’nın biricik ilacı “Devrimci Sınıf Sendikacılığı”dır.

Devrimci Sınıf Sendikacılığının uğruna mücadele edeceği en temel talepleri ve ilkeleri de şunlardır:

1. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere Kamu Emekçileri dâhil tüm halkımızın örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını hedeflemek,

2. Fiili ve meşru mücadele anlayışını savunmak ve kendisini antidemokratik yasalarla sınırlamamak,

3. Ülkemizin ekonomik-toplumsal-kültürel-yeraltı-yerüstü tüm zenginliklerinin emperyalist talanına ve sömürüsüne karşı mücadele etmek,

4. Ezilen ve sömürülen tüm halkların, ülkemizde Kürt Halkının sorunlarının çözümü için “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” evrensel ilkesinin yaşam bulması mücadelesinde sorumluluklarını yerine getirmek,

5. İşçi Sınıfıyla, diğer emekçilerle ve gençliğimizle dayanışmaya girmek,

6. Başta halkımızı taa can evinden vuran kanser illetinden beter İşsizlik-Pahalılık olmak üzere geniş halk yığınlarını ve gençliğimizi ilgilendiren tüm sorunlara karşı mücadele etmek,

7. Bilimsel düşünce ve davranış kurallarını, sendikal mücadelede en etkin bir araç olarak kullanmaya çalışmak,

8. İşçi Sınıfının devrimci mirasına sahip çıkarak, sınıf dayanışmasını güçlendirmek için ulusal ve uluslararası birlikler/platformlar oluşturmak ve ortak eylemler gerçekleştirmek,

9. İşçi Sınıfının kanı, canı pahasına yaratılan ve kazanılan günlerin kutlanmasına ve bu uğurda kaybettiğimiz devrim şehitlerinin, halk kahramanlarının anmalarına aktif olarak katılmak,

10. Emperyalizme, Feodalizme, Şovenizme karşı savaşımı demokrasi güçlerinin manifestosu olarak görmek.

Emperyalizme karşı mücadelede, ülkemiz açısından günümüzde ABD ve AB Emperyalizmine ve onların dayattığı YENİ SEVR’E KARŞI MÜCADELE öne çıkmakta;

Feodalizme karşı mücadele, Tefeci-Bezirgân Sermayeyi kazımayı ve onun ideolojisi ORTAÇAĞCI ŞERİATÇILIĞA KARŞI MÜCADELEYİ DE İÇERMEKTE;

Şovenizme karşı mücadele de, KÜRT SORUNU’NUN EMPERYALİST ÇÖZÜMÜNE KARŞI ÇIKARAK “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” ilkesinin ışığında Kürt Halkının en temel demokratik-toplumsal ve insani hakları uğruna sürdürdükleri mücadelede onların yanında olmak, Halkların Kardeşliğini sözden gerçekliğe dönüştürmek için mücadele etmeyi içermektedir.

11. Yardımlaşma sandıkları kurmak, paranın enflasyon-devalüasyon gibi oynaklarında işgücünün değerini gözeten denetimi sağlamak,

12. Her türlü ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele etmek,

13. İşsizlik sigortasını daha işlevsel kılmak ve benzeri sigortaların kurulması için mücadele etmek.

Yukarıda saydığımız, bir anlamda sendikal örgütlenme politikamızın da temellerini oluşturan Devrimci Sınıf Sendikacılığın ilke ve taleplerine örgütlenme prensiplerini de eklemeliyiz:

* Sendikaların örgütlenme alanları işyerleridir.

* Sendikal örgütlenmeler işyeri komiteleri esas alınarak yürütülmelidir.

* Her şubede birer örgütlenme komitesi oluşturulmalıdır. Bu komiteler işyeri örgütlenmelerinde, şube örgütlenme sekreterliği ve genel merkez örgütlenme dairesine bağlı olarak çalışmalıdır.

* Şube örgütlenme komitesi aylık çalışma raporunu, şube yönetim kuruluna ve şube temsilciler kuruluna sunmalıdır.

* Sendikaların gücü örgütlenme kapasiteleri ve üyeleriyle arasındaki bağın sağlamlığıyla ölçülür. Bu yüzden kitlenin günlük sorunlarıyla yakından ilgilenilip en küçük talepler önemsenmelidir. Sendikal politikaları oluştururken kitlenin somut talepleri üzerinden hareket edilmelidir.

* Örgütlenme, sürekli olması gereken bir süreçtir. Sadece yetki zamanları yaklaştığında örgütlenme faaliyetleri yoğunlaşmamalıdır.

* Genel bir üye, üye olmayanlar ve potansiyel üyeler profili çıkarılıp işyerlerinde bu veriler ışığında çalışmalar yürütülmelidir.

* Gerekiyorsa bu konuda profesyonel örgütlenme uzmanları eğitilip istihdam edilebilir. Ama bu kişilerin hedefi örgütü nitelikçe ve nicelikçe büyütmek olmalı ve maaşları da o işkolundaki çalışanların maaşlarının ortalamasından yüksek olmamalıdır.

* Sendika üye aidatlarının elden toplanması yöntemine geri dönülmelidir. Aidatların kaynaktan kesilmesi yöntemi, uygulama sonuçları da göstermiştir ki bu yöntem üye ile sendika arasındaki ilişkiyi zaafa uğratmaktadır.

III. 1- Sendikal Mücadele ve Çalışma Anlayışımız

a) Mücadele Anlayışımız:

Bugün, daha doğrusu ilk kuruluş yıllarında hâkim olan militan mücadele anlayışının terk edildiği uzun bir dönemden beri KESK ve bağlı sendikaları kahredici atalet ruhu, felç edici bir eylemsizlik kabuğu sarmıştır.

İdeolojik olarak sağa savrulma pratikte de kaçınılmaz sonucunu beraberinde getirmiş, maaştan kesilen aidatların getirdiği “huzur”la eylem alanlarından sendika binalarına, topluca/bireysel alkollü gecelere, lüks otellerde basın açıklamalarına ricat edilmiştir.

Yılda bir iki kez yapılan sonuçsuz ve motorize Ankara yürüyüşlerine, her olayda düşmanı korkutan değil göbeğini çatlatırca güldüren “Genel Grev” çığırtkanlıklarına kimse aldanmasın. Bu “eylemler”in içinde bulunulan eylemsizliği örtbas etmeye ve adam kandırmaya yönelik olduğu, “eyleme” ilişkin kararın alınışından, “eylemin” örgütlenişinden, hayata geçiriliş tarzından o kadar açık sırıtıyor ki…

Daha baştan yasak savma amacı taşıyan ama koca koca laflarla süslenen ve erişemeyeceklerini adları gibi bildikler uzak hedefler konulan bu “eylemler”, uzak hedeften geçtik küçük/yakın hiçbir sonuç getirmediği için kaçınılmazca içinde bulunulan moralsizliği arttırmakta, kitleyi boşu boşuna yorarak sonraki eylemlere katılımı düşürmektedir. Bu nedenle de KESK’in “ulu” yöneticileri artık birçok eyleme katılımı daha baştan yöneticilerle sınırlı tutarak düştükleri madara durumu akılları sıra gizlemiş olmaktadırlar. Ama ne dostu ne düşmanı, kendilerinden başka hiç kimseyi kandıramamaktadırlar.

KESK’i kıskıvrak sararak inmeli bir yaşlı yapan eylemsizlik kabuğu acilen kırılmalı!

Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli!

Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı, bir eylemler zinciri gerçekleştirilmeli. Kitle seferberliği sağlanarak yaratıcı eylem programları hayata geçirilmeli. Küçük de olsa mevziler, zaferler kazanılarak bozulan moraller düzeltilmeli. Bu potansiyel var. Doğru önderlik, doğru hedefler ve sonuç almaya kitlenen militan bir mücadele bu potansiyeli hemen açığa çıkartacaktır.

b) Sendikal Çalışma Yöntemlerimiz:

1. İşyerlerinden genel merkeze, üyelerden genel başkana kadar tüm aşamalardaki sendikal işleyişlerde biricik kural en geniş demokrasi olmalıdır. Bütün sendikal organlar üyeler arasından ve üyeler tarafından seçilmelidir. Her aşamada tabanın söz ve karar sahibi olma ilkesi laftan hayata geçirilmelidir.

2. Demokratik sendikacılığın temel ilkesi Demokratik Merkeziyetçiliktir. En geniş Tam Demokrasi, Merkeziyetçilik ilkesi ile bütünleştirilmelidir. Kararların alınmasında tartışma, eleştiri-özeleştiri ve ikna yöntemleri en demokratik biçimde yaşama geçirilmeli, bu karşılıklı aydınlatma ve ikna yöntemi yaşandıktan sonra alınan kararlar mutlak uyulması gereken kanun olmalı, alt organ üst organın kararına uymalıdır.

3. Eleştiri, özeleştirinin amacı kişicil horoz dövüşleri, siyasi polemik kirpileşmeleri değil mücadeleyi daha iyiye ve daha doğruya götürmek olmalıdır.

4. Sendikal görevlerde gönüllülük esas alınmalıdır. Üyeler, çıkarlarına hizmet etmediğini düşündükleri yöneticileri yine üyelerinin çoğunluğunun kararıyla kolayca değiştirebilmelidir.

III. 2- Toplu Sözleşme Anlayışımız

1. Öncelikle her işyerinde bir Toplu İş Sözleşmesi (TİS) Komitesi kurulmalıdır. Bu komiteler adına katılan birer üye ile şube yöneticilerinin de içinde bulunduğu bir Şube TİS Komitesi oluşturulmalıdır. Şube TİS komitesinden bir kişi ve genel merkez yöneticilerinden en az birinin içinde bulunduğu Genel Merkez TİS Komitesi oluşturulmalıdır.

2. Bu komite, Toplusözleşme Dairesine bağlı olarak sözleşmelerin kotarılmasına katkıda bulunmalıdır.

3. Sözleşme görüşmelerinin her aşamasında, mutlaka işyeri temsilcileri bulunmalı ve gelişmelerden çalışanlar anında haberdar edilmelidir. Toplusözleşmeyi imzalama ve grev kararları mutlaka çalışanların onayı ile alınmalıdır.

4. Toplusözleşmenin süresi bir yıl olmalıdır.

5. Ücret zamları seyyanen (eşitçe) olmalıdır. Çalışanları birbirine düşürmeyi amaçlayan gruplama (memur-şef-müdür) sistemlerine şiddetle karşı çıkılmalıdır.

III.3- Eğitim Anlayışımız

1. Üyeler, bilimsel düşünce ve davranış kuralları çerçevesinde sürekli ve yaygın eğitimden geçirilmelidir. Bu eğitimler kısa ve uzun süreli olarak verilmelidir. Kısa süreli eğitimler genel sendikal işleyişlere yönelik olmalı, uzun süreli eğitimlerde ise İşçi Sınıfı Biliminin öğrenilmesi esas alınarak sınıf sendikacılığı ilkelerinin verilmesi ve kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmesinin başarılması yollarının anlatılmasına yönelik olmalıdır.

2. Her şubede, yöneticilerin de dahil olduğu bir eğitim komitesi oluşturulmalı, bu komite, 1’inci maddede belirttiğimiz eğitim anlayışını yaşama geçirmeli ve genel merkez eğitim sekreterliğine bağlı olarak çalışmalıdır.

3. Bölgelerde üyelerin kendi kendilerini eğitmelerine yönelik amatör eğitim komiteleri oluşturulmalıdır.

III.4- Sendikalardaki Harcamalara Bakışımız

1. Öncelikle bütün sendikal harcamalarda tutumluluk esas alınmalıdır.

2. Merkez ve şubeler yaptıkları harcamalar konusunda işyeri temsilcilerine ve üyelere bilgi vermeli, harcamaları onların denetimine açık tutmalıdırlar.

3. Sendika bütçesinin % 10’u eğitim harcamalarına ayrılmalıdır. 4. Sendikalarda görev alacak yönetici ve personelin maaşları, işkolundaki ortalama memur maaşı kadar olmalıdır.

IV. KADIN SORUNUNA BAKIŞIMIZ

IV. 1. Ortaçağcı Gericiliğin-Şeriatçılığın Kadını Sömürüşü

Türkiye’de olanlar, Dünyanın hiçbir yerinde demeyelim isterseniz ama pek az yerinde görülür. Halkı sömürüp ezen gerici sınıflar, ezip soydukları alt sınıfları her yerde aldatarak güderler. Ama hiçbir yerde bu aldatış, bizdeki kadar hep en utanmazca ve hayvanca gerekçelerle Kadın öne sürülerek yapılamaz.

Daha ilkokula bile gitmeden Kur’an Kurslarıyla başlayan, ilkokul, ortaokul ve İmam Hatip Liseleriyle devam eden ve Üniversitede İlahiyat eğitimiyle tamamlanan süreçte; kızlarımızın -ve tabiî erkek çocuklarımızın da- beynini yıkayan, onları kafadan silahsızlandıran bir eğitim sunuyor çocuklarımıza ve gençliğimize, Antika ve Modern Parababaları. Tabiî din eğitimi vermekle görevli olmayan diğer okullarımızda da durum bundan pek farklı değildir.

Bu da yetmiyor. Türkiye’nin dört bir yanına dal budak salmış tarikatları, şıhları, mürşitleri, müçtehitleri vb. vb. ile genç kızlarımızı afyonlayarak, Onları; Ortaçağ geriliğine, köleliğine, cariyeliğine, dört duvar arasına mahkûmiyete (hareme) gönüllü girmeyi arzular hale getiriyor. Bu kızlarımızın sırtından siyaset yürütmekte hiçbir onursuzluk görmüyor TefeciBezirgânlar ve onların yardakçıları.

İşte böylesine alçakça oynanan bu oyunda Türkiye gericileri; genç kızlarımızı mızrak ucu yaparak, Türbanı bayraklaştırarak, onların sırtından siyaset, siyasi iktidar kavgası yürütüyorlar. Değişik zamanlarda “Türban eylemleri” düzenliyorlar. Gericiliğin ezeli soyut silahı: “din elden gidiyor!” naraları atıyorlar. Bunun somut ifadesi de: “namus elden gidiyor, kadınlarımız-kızlarımız başlarını açmaya zorlanıyorlar” biçiminde sloganlaştırılıyor. Namus=kadın ezeli denklemiyle örgütsüz ve bilinçsiz halkımızı gerici saflara çekmeye çalışıyorlar. Bu yüzyıllardır denenmiş ve sonuç alınmış silahı kullanıyorlar. Ve kimi “devrimcilerimiz” de “demokrasicilik” adına, “insan hakları” adına, onların kuyruğuna takılıyor, gericiliğe gönüllü figüran olmayı kolayca üstlenebiliyorlar. Sosyalizme karşı “Yeşil Kuşak” oluşturmak için ABD Emperyalizmi tarafından örgütlendirilip devrimcilerin üzerine salınan, uşaklıktan başka marifeti bulunmayan Türkiye gericiliğini, “Antiemperyalist İslamcı güçler” olarak alkışlama gafletine düşebiliyorlar.

IV. 2- Feminizm Bir Burjuva Akımıdır

Feminizm, kapitalist düzen sınırları içinde kadın haklarının bütünüyle elde edileceğini savunan bir akımdır. Feminizm, sosyal düzenden şikâyetçi olmaz, onun değiştirilmesini önermez. Sorunu bir siyasi düzen sorunu olarak görmez. Tersine feminizm, her düzende kadınların haksızlığa uğradığını, yaşanılan toplumsal sistemin kapitalizm ya da sosyalizm olmasının bir farklılık oluşturmadığını ileri sürer. Feminizmi bu biçimde açık açık savunanlar emperyalist metropollerin feminist örgütleri veya hareketleridir. Örneğin Amerikan feminist hareketi, sosyalizme karşıdır. Kadın haklarının kapitalist düzen sınırları içinde “kazanılabileceğini” ileri sürerler. Bu görüşlerini hiç gizleme gereği duymazlar. O nedenden de tekelci burjuvazinin saygısını ve hoşgörüsünü kazanırlar. Çünkü Parababaları kendi sömürü düzenlerini hedef almayan hareketlere hoşgörülerini esirgemezler.

Bizdeki feminist hareketler ise, feminizmi bu saf biçimiyle savunmaya cesaret edemezler. Çünkü bizim gibi geri ülkelerde halk, yerli-yabancı Finans-Kapitalistler çetesinin insafsız vurgun ve sömürüsü altında inlemektedir. Bir lokma ekmek ve bir parça iş bulabilmek için çırpınmaktadır. Bu durumdaki insanların, saf ya da karışık biçimiyle savunulan feminizme ilgi duymayacağı besbellidir. O nedenle bizdeki feministler, kendilerini “Marksist feminist” veya “sosyalist feminist” gibi adlarla nitelemek zorunda kalmışlardır.

Feminizm bir burjuva akımı olduğu için sosyalizm ile Marksizm ile yan yana gelmez, getirilemez. Getirilirse “sosyalist kapitalist” gibi bir şey söylenmiş olur, bu da ne dediğini bilmemektir.

Feminizm bizde bir de “gizli feministlik” şeklinde yapılmaktadır. Biz feministiz demeden en kaba feminizm yapılabilmektedir. Konfederasyonumuz KESK’te de görülmektedir bu yaklaşım. 1910 yılında Clara Zetkin’lerin öncülüğünde “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak adı konulan ve yaklaşık 100 yıldır böyle anılagelen gün, yukarıda açıkladığımız emperyalist politikalar sonucunda bizde de “Dünya Kadınlar Günü”ne dönüştürülmüştür bazı kendini bilmezler tarafından.

Son üç beş yıldır 8 Mart’larda yapılan etkinliklerde öyle uçlara savrulmaktadır ki bu sapkın akımlar; bir tane bile erkek alınmamaktadır eylemlere. Yani açıktan erkek düşmanlığı yapmaktadırlar.

Bu sapkınların yaptıkları, bu düzenin sahipleri zalim, emekçi düşmanı, halk düşmanı Parababalarını zevkten dört köşe etmektedir. Çünkü feministler, daha baştan, toplumun yarısı olan kadını erkek emekçilerle omuz omuza mücadele etmekten, sınıf mücadelesinden koparmaktadırlar.

Yine burjuva kadınlar ve burjuvalara uşaklık eden kadınlar aklanmaktadır bu anlayıştakiler tarafından. Binlerce işçi kadını, küçücük kız çocuklarını fabrikalarında insanlık dışı koşullarda ücretli köle olarak sömüren kadın Sabancılar, Koçlar, Boynerler saf, masum, fedakâr, yiğit işçi kadınlarla aynı statüye konularak aklanmaktadır.

İngiliz, İşçi Sınıfının düşmanı, işçilere karşı “Demir Leydi Margaret Thatcher” Türkiye emekçilerinin ve Kürt halkının düşmanı (bin operasyon yaptıran) Tansu Çiller, binlerce Lübnanlı, Filistinli Arap kadının evlerini başına yıkan, en gelişmiş silahlarla yüzlerce kadını vurup öldüren askerlerine bu emirleri veren, Emperyalizmin bekçi köpeği Siyonist İsrail’in kadın Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ile mazlum, masum, fedakâr, yiğit, yurtsever, insansever kadın aynı safa konularak halk düşmanı, kadın düşmanı, insan sevgisinden yoksun varlıklar masumlaştırılmakta ve aklanmaktadır.

Bazı akımlar, kadın sorununu “ulusal sorun”a benzetmektedirler. Buradan hareketle de, kadın sorununa Marksist hareket ya da proletarya hareketi dışında, ona bağlı olunmadan tartışılabileceğini ileri sürmektedirler. Burada önemli bir hata yapılmaktadır. Ulusal Sorun, özü itibariyle demokratik bir sorundur. Yani ulusal talep, sosyalist değil demokratik bir taleptir. Çözümü de demokratik devrimin görevleri arasındadır. Sosyalist devrim, ulusal sorunu elbette ki çözer. Ama ulusal sorunun çözümü için sosyalist devrimi beklemenin zorunluluğu yoktur. Çünkü demokratik devrim de ulusal sorunu çözer. Başka türlü söylersek, ulusal sorun burjuva düzeninin sınırları içinde çözülebilir. Kadın sorunu ise özü itibariyle sosyalist bir sorundur. Kesin çözümü sosyalist devrimin görevleri arasındadır. Lenin’in çok açık bir dille belirttiği gibi kapitalizm var olduğu sürece, kadın zevk veren bir araç olarak, çocuk doğuran bir araç olarak ve mutfak işlerine bakan bir hizmetçi olarak para karşılığında mal gibi alınabilecektir ve satılabilecektir. Kapitalist düzende fahişelik de kaçınılmazca var olacaktır. Fahişelik, kadının köleleştirilmesinin en açık ve en acıklı biçimlerinden biridir.

Sonra, kadınla erkek arasındaki birlikteliklerin biricik ahlâki biçimi olan aşka dayanan birliktelikler, kapitalist toplumlarda yok denecek kadar az görülmektedir. Aşka dayanan birliktelikler tabiî ki aynı zamanda insana yakışan, insancıl olan, insanlara layık olan birlikteliklerdir. O nedenle ahlâkîdir.

İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda ise kadın erkek ilişkileri salt çıkar ilişkilerine indirgenmiştir. Evlilikleri oluşturan harç salt maddi çıkarlardır. O nedenden de insanlar doyumsuzdur, dolayısıyla da mutsuzdur.

Bu sömürü düzeninde, korkunç, dayanılmaz bir yoksulluğa itilmiş milyonlarca aile bulunmaktadır. Bu ailelerin kadınları sofralarına bir dilim ekmek daha fazla koyabilmek için, çocuklarına bir şişe süt içirebilmek için çok düşük bir ücret karşılığında çalışmaya razı olmaktadırlar. Bu da kadının sömürülmesinin, aşağılanmasının önemli biçimlerinden biridir. Ve tüm bu sömürü biçimleri kapitalist düzen var olduğu sürece devam edecektir.

Bu düzende (insanın insanı sömürmesine dayanan düzenlerde) ekonomiye erkekler egemendir. Bu nedenle de bu düzende, genel olarak kadınlara düşen rol; yatak odasıyla mutfak arasındaki köleliktir. Ev işleri tek düzedir, her gün aynı işlerin yeniden yapılması gerekmektedir. Bu tekrar tekrar yapılan bıktırıcı işler kadının, kültürel, siyasi gelişimini engeller. Kadını alıklaştırır, otomatlaştırır. Dünyasını küçücük hale getirir. Evin dışındaki dünyayla ilgisini yitirmesine yol açar. Yani kadının insancıl gelişimini engeller.

Kısacası kapitalist düzende kadının kurtulması olası değildir. Bu düzenin sınırları içinde kadın haklarının bütünüyle elde edilebileceğini öneren feminizm bir boş kuruntudur, aldatmacadır. İşçi Sınıfını olduğu gibi, kadınları da ve tüm insanlığı da kurtaracak olan biricik teori MarksizmLeninizmdir. Bu konuda Lenin Usta’ya kulak verelim:

“(…) erkeğe her şey için serbestlik izni, karısına da kölelik vermesiyle ve iğrenç derecedeki sahte cinsel ahlâk ve ilişkileriyle burjuva evliliğinin bozulmuşluğu, çürümüşlüğü ve pisliği, en iyi ve ruhsal bakımdan en aktif insanları azami derecede nefretle doldurur.

“Burjuva evliliğinin baskısı ve evlilik hakkındaki burjuva kanunu, günahı arttırır ve çelişkileri şiddetlendirir. Bu “kutsal” mülkiyetin baskısıdır. Bu, rüşvetçiliği, adiliği ve alçaklığı kutsallaştırır. “Saygıdeğer” burjuva toplumunun geleneksel ikiyüzlülüğünü ve diğer özelliklerini de ekler. İnsanlar, hâkim olan nefrete ve azgınlığa karşı isyan ederler. Güçlü ulusların mahvolduğu, eski güç ilişkilerinin parçalandığı ve bütün sosyal dünyanın sapmaya başladığı bir anda, bireyin duyguları hızlı bir değişikliğe katlanır. Zevk almanın farklı biçimlerine doğru harekete geçirici aşırı bir arzu, kolaylıkla karşı koyulmaz bir güç kazanır. Burjuva anlamdaki cinsiyet ve evlilik reformları, gerekli çözümleri getirememekte. Artık bu alanda proleter devriminden ayrılmayacak bir devrim yaklaşıyor.” (Lenin, Clara Zetkin ile “Kadın Sorunu Üzerine Bir Görüşmesi”nden, Kadınların Kurtuluşu, s. 136)

Demek ki “Proleter Devrimi” kadın sorununun çözümünü imkânsızlaştıran tüm engelleri ortadan kaldırarak, sorunun çözümüne giden yolları açacaktır.

IV. 3- Kadının Kurtuluşunun Yolu Sosyalizmden Geçer

Bu konuya da Lenin’in sözleriyle girelim:

“(…) Sorunun şu biçimde sorulması gerektiğini söyleriz; demokrasi çeşitli ülkelerde nasıl yerine getirilir? Bütün demokratik cumhuriyetlerde eşitliğin ilan edildiğini, ama medeni kanunlarda, kadınların aile içindeki durumlarını ve boşanmayı kapsayan, kadınların hakları üzerindeki kanunlarda, her adımda kadınlar için haksızlık ve kadınların alçaltılmalarını görürüz ve buna, özellikle ezilenler açısından demokrasinin ihlali deriz. Sovyet iktidarı, demokrasiyi en ileri ülkelerden bile daha büyük bir ölçüde yerine getirmiştir, çünkü kanunlarında kadınların eşitsizliğinden hiçbir iz bırakmamıştır. Tekrar söylüyorum ki hiçbir devlet, hiçbir kanun, kadınlar için Sovyet İktidarının başa geçtiği ilk ayda yaptığının yarısını bile yapmamıştır.

“Tek başına kanunlar tabiî ki yetmez ve salt kanunlar bizi memnun etmez. Bununla birlikte, kanun yapma alanında, kadınları eşit bir duruma getirmek için bizden istenen her şeyi yaptık ve bununla övünme hakkına sahibiz. Sovyet Rusya’daki kadınların durumu, en ileri devletlerdeki kadınlara kıyasla şimdi en ideal olanıdır. Bununla birlikte, kendimize tabiî ki bunun sadece başlangıç olduğunu söylüyoruz.

“Evdeki işi nedeniyle kadın, hâlâ zor durumdadır. Kadının tam kurtuluşunu gerçekleştirmek ve onu erkekle eşit yapmak için, ev işinin sosyalleştirilmesi ve kadının da ortak üretici çalışmadaki yerini alması gereklidir. Ancak bundan sonra kadın, erkekle aynı durumda olacaktır.

“Tabiî ki burada emeğin üretkenliği ve niceliği, işgününün uzunluğu, iş koşulları vs. söz konusu olduğu sürece kadınları, erkeklere eşit yapmaktan söz etmiyoruz; kadınların ekonomik durumlarından dolayı erkeklerden farklı olarak ezilmemelerini söylemek istiyoruz. Hepiniz biliyorsunuz ki kadınlar bütün haklara sahip olsalar da yine mağdur durumdadırlar, çünkü bütün ev işi onların üstündedir. Çoğu durumlarda ev işi, bir kadının yapabileceği en üretici olmayan, en vahşi ve en güç iştir. Ev işi, istisnasız olarak önemsizdir ve kadına gelişmesini ilerletmek için herhangi bir şey katmaz.

“Sosyalist fikrin uygulanmasında, sosyalizmin bütün taahhütleri için mücadele etmek istiyoruz ve işte burada kadınların önünde geniş bir iş sahası açılır. Sosyalizmi kurmak için şimdi temeli temizleme hazırlıkları yapıyoruz, ama sosyalizmin kurulması ancak kadınların tam eşitliğini başardığımızda ve önemsiz, aptallaştırıcı, üretici olmayan işten kurtulmuş olan kadınlarla, bu yeni çalışmayı birlikte yüklendiğimizde başlayacaktır. Bu, uzun yıllarımızı alacak bir iştir.

“Bu çalışma, hızlı sonuçlar göstermeyeceği gibi parlak etkiler de yapmayacaktır.

“Kadınları ev işinden kurtaracak örnek kurumlar, yemek salonları ve çocuk yuvaları kuruyoruz. Ve bu kurumları örgütleme çalışması bütünüyle kadınlara düşecek. Bugün Rusya’da kadını ev halkının kölesi durumundan kurtarabilecek çok az sayıda kurum olduğu kabul edilmelidir. Bu tür kurumların sayısı çok azdır ve şimdi Sovyet Cumhuriyeti’nde geçerli olan koşullar -yoldaşların size ayrıntılarını verdikleri savaş ve yiyecek durumu- bize bu çalışmada engel oluyor. Ama yine de kadınları ev halkı köleleri durumundan kurtaran bu kurumların mümkün olan her yerde ortaya çıktıklarını söylemek gerekir.

“İşçilerin kurtuluşunun, işçilerin kendileri tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini ve aynı biçimde işçi kadınların kurtuluşunun da işçi kadınların kendilerinin bir meselesi olduğunu söyleriz. İşçi kadınların kendileri bu tür kurumların geliştirilmesi ve bu faaliyetin eski, kapitalist toplumdaki durumlarına kıyasla tam bir değişiklik getirmesini temin etmeliler.

“Eski kapitalist rejimde politikada aktif olmak için özel bir eğitim gerekliydi, bu nedenle kadın, en ileri ve özgür kapitalist ülkelerde bile önemsiz bir rol oynamıştır. Görevimiz, politikayı her işçi kadın için yararlı hale getirmektir. Toprakta ve fabrikalarda özel mülkiyet ortadan kaldırıldıktan ve toprak sahipleriyle, kapitalistlerin iktidarı yıkıldığından beri politikanın görevleri, bütün İşçi Sınıfı ve aynı zamanda işçi kadınlar için basit, açık ve yaygın hale gelmiştir. Kapitalist toplumda kadınların durumunu, kadının politikadaki ortaklığının sadece erkeğin ortaklığının önemsiz bir fraksiyonu olması haksızlığı belirler. Emekçi halkın iktidarı, bu durumda bir değişiklik yapılması için gereklidir, çünkü ancak bundan sonra politikanın ana görevleri, emekçi halkın kendisinin kaderini doğrudan etkileyecek kanunlardan oluşacaktır.

“Burada da işçi kadınların ortaklığı önemlidir, sadece Parti üyesi ve politik bilinçli kadınlar değil, ayrıca Partisiz ve politik bilinci çok düşük kadınlar da önemlidir. Sovyet İktidarı, işçi kadınlara geniş bir faaliyet alanı açıyor.” (agy, s. 94-97)

Kapitalizmde kadınların kurtuluşu olası değildir. Kapitalist sömürü düzeni kadını her yönden ezer ve aşağılar. Sosyalist düzenin ise kadınlara nasıl bir dünya sunduğunu Lenin’in yukarıdaki satırları çok açık bir biçimde anlatmaktadır.

Kadınlar, İşçi Sınıfı iktidara gelip sosyalist ekonomiyi örgütlemeye başlayınca, kurtuluşlarına giden yolların açıldığını göreceklerdir. Yaşayacaklardır.

Kadınların eşitliğini engelleyen, dolayısıyla da onları alçaltan ve köleliklerini katmerleştiren kanunlar ortadan kaldırılacaktır ilkin. Sonra kadınların düşük ücretle çalıştırılarak sömürülmesine son verilecektir. Yani ücretli köleliklerine son verilecektir. Ücretli kölelik bildiğimiz gibi kadınların köleliklerinin bir biçimi idi.

Onların köleliğinin bir diğer biçimi ise bildiğimiz gibi, ev kölesi oluşları idi. Sosyalizm bu kölelik biçimine de son verecektir. Büyük kreşler, çamaşırhaneler, lokantalar açacak ve bunları ülke çapında yaygınlaştırarak, kadınları bıktırıcı ev işlerinin tutsağı olmaktan kurtaracaktır. Ancak bundan sonra kadınların sosyal, kültürel, siyasal gelişmelerinin önündeki engeller kaldırılmış olacaktır.

Kadınlar, tıpkı erkekler gibi toplumsal üretim faaliyeti içinde yer alabileceklerdir artık. Bu yer alış onların ülke sorunlarıyla dolayısıyla da dünya sorunlarıyla bağlar kurmasını sağlayacaktır. Yani, kadınları politikanın, devlet yönetiminin içine çekecektir. Ve kırda olsun, kentte olsun her kadın devlet yönetme işine ilgi duyacak ve katılacaktır. Yani kadınlar kaderlerini ellerine almış olacaklardır. İşte o zaman kurtuluşu gerçekleşmeye başlayacaktır.

IV. 4- Sendikalarımızda Kadının Durumu ve Önerilerimiz:

Günümüzde dışarıda çalışan kadınların da sömürüye karşı mücadele etmelerinin gerekliliğini bilince çıkardığı pek fazla söylenemez. Bunu sendikalı kadının konumuna baktığımızda açıkça görebiliriz. Kadınlarımızın sendikal örgütlenme içerisinde gerektiği oranda olmadıkları, yönetimlerde yeterince yer almadıkları açıktır.

KESK mücadelesinde de kadınların sayısına baktığımızda aynı sorunu yaşamakta olduğumuzu görürüz. Kamu çalışanlarının içinde örgütlü ve aktif mücadele eden kadın emekçilerin sayısı işçi sendikalarına göre oldukça fazla olmasına rağmen yeterli değildir. Kadın emekçiler sayıca bu kadar yoğun oldukları bir alanla ilgili sendikalarda bile eğer yeterli derecede yer almıyorlarsa bu sadece kadın sorununun vahametini göstermektedir.

Kadın örgütlenmesine ilişkin önerilerimiz:

1- Sendikalar, ilk önce sendika üyesi kadınlardan başlamak üzere, diğer çalışan kadınların sendikal çalışmalara en etkin bir biçimde katılmalarını sağlayacak, kadının kendi sorununa sahip çıkmasının gerekliliğini bilince çıkarmasına yardımcı olacak politikalar oluşturmalıdır.

2- Kitle bağımız çok kopuk olduğundan; öncelikle işyerlerine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Düzenli aralıklarla işyerlerinde kadınlara yönelik toplantılar düzenlenmeli, bu toplantılara kadın çalışanların en kalabalık katılımları sağlanmalıdır. Toplantılar kadınların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri, sorunlarını tartışabilecekleri, çözüm önerileri üretebilecekleri bir şekilde düzenlenmelidir.

3- Her şube kendi bünyesinde Kadın Komiteleri oluşturmalı, var olan komitelerin de işlerliğini sağlamalıdır.

4- Sendikalar zaman zaman bir araya gelerek kadınlara yönelik ortak çalışmalar yapmalı, ortak oluşturulacak komiteler tarafından işyeri ziyaretleri düzenlenmeli. Çalışmalar sadece kendini tatmin toplantılarıyla sınırlı kalmamalıdır.

5- Kadın Komiteleri düzenli olarak öncelikle kendi içinde eğitim çalışmaları yapmalıdır. Ayrıca üyelerine ve işyerlerine yönelik eğitim çalışmaları da yapmalıdır. Bu eğitim çalışmaları sonucunda kadın emekçilerin diğer taleplerinin yanı sıra, kadın olmaktan kaynaklanan sorunları ile çözümlerini bilince çıkarmalarının ve sendikal mücadelede aktif bir biçimde yer almalarının sağlanması hedeflenmelidir.

6- Kadın emekçilerin sendikalarda gerektiği kadar çalışamamalarının en önemli nedenlerinden birisi de Kreş sorunudur. Çocuk bakımını tamamen kadının üstlenmesi, sendikal çalışmalara yeterli zaman ayıramamasına yol açmaktadır. Bunun için de sendikalar çözüm önerileri üretebilmelidir. Ayrıca tüm şubelerimiz birer çocuk oyun odası açarak kadın üyelerimizin sendikaya çocukları ile gelmelerini sağlamalıdır. 

7- Kadın sorunlarına yönelik belirli aralıklarla bülten, afiş, bildiri vb. hazırlanmalıdır.

8- Sendika yayın organlarında, kadın sorunlarına sürekli ve düzenli olarak yer verilmelidir.

9- TİS’lerde kadın üyelerin kadın olmaktan kaynaklı karşılaştıkları sorunların giderilmesi ile ilgili bölümler olmalıdır (fiziki durumlarına uygun işlerde çalıştırılması, annelik görevini yerine getirebilmesi için çocuk emzirme odası ve kreş açılması vb.) Ayrıca ücretli doğum izinlerinin artırılması için gereken girişimlerin yapılması gerekmektedir.

10- 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 1 günlük yasal izin günü olması için mücadele verilmelidir.

V. AB SORUNU

1947’de İngiltere’de Federalist Avrupa Birliği oluşturma çabaları oldu. Aynı yıllarda Avrupa Ekonomik İşbirliği Organizasyonu (OEEC) oluşturma çalışmaları başladı ve 1948’de kuruldu. 1951’de en stratejik iki üründe; kömür ve çelikte, sürtüşmeleri önlemek için Almanya, Fransa, İtalya, Belçika Hollanda ve Lüksemburg tarafından Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. İşte bu kuruluş bugünkü Avrupa Birliği’nin çekirdeğini oluşturdu. Mart 1957’de yapılan Roma Antlaşması ile Ocak 1958’den geçerli olmak üzere aynı ülkeler tarafından Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulması kararlaştırıldı.

1960’da Avrupa Ekonomik İşbirliği  Örgütü (OECD) ve Avrupa Serbest Değişim Bölgesi (EFTA)’nın kurulması hız kazandı. Daha sonra bu altı ülkeye İngiltere, İrlanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in katılmasıyla pazar büyüdü. Bu bütünleşmeden amaçlanan ise, zaten fiilen kalkmış olan sınırların ortak para, ortak parlamento, ortak kültür ve ortak savunma denilerek tümüyle kaldırılmasıydı.

Türkiye 1963 Eylülünde imzalanan Ankara Antlaşması ile AET’ye girme yolunda ilk adımı attı. Antlaşmada son hedef AB’ye tam üyelikti. Daha sonra 1973 yılında yapılan Katma Protokol antlaşması ile Türkiye, AB ile aşamalı olarak 22 yıllık bir geçiş sürecinden sonra Gümrük Birliği’ne girmiştir. O gün bugündür Türkiye AB kapılarında süründürülmektedir. AB Emperyalistleri ancak YENİ SEVR’İ kabul etmemiz şartıyla, 4–5 parçaya böldükten sonra Türkiye’yi üyeliğe kabul edebileceklerini onursuz politikacılarımızın suratına pıfkırmaktalar. “Vatanı satmakla mükellef” Tayyipgiller de Kıbrıs’tan başlayarak AB Emperyalistlerinin YENİ SEVR yönündeki isteklerini parça parça yerine getirmektedir.

Avrupa Birliği (AB) Yolu Sevr’e Çıkar! Savunanlar Ya Gafildir, Ya Hain!

ABD’nin İmparatorluk düzeyindeki Süper Emperyalizmi, ister istemez bilinçlerimizde bir bulanıklık yaratıyor. ABD dünyayı sömürüyor, savaşları kışkırtıyor, her yere el atıyor, ama AB çok masum ve demokrat bir emperyalist birliktelik (hatta emperyalist bile olmayan bir demokrasi birlikteliği) olarak nitelendiriliyor. Bizim satılmış yöneticilerimiz ve satılmış medyamız da sürekli yapmış oldukları demagojilerle AB’yi halkımıza demokrasinin bekçisi, halkların kurtarıcısı olarak göstermektedir. Bu izlenimi ortadan kaldırmak gerekir. Yani emperyalistlerin demokratı ya da demokrat olmayanı yoktur. Dünyadaki paylaşımda ABD aslan payını götürüyor, ondan sonrası da AB’nin ve Japonya’nın payına düşüyor. AB içindeki paylaşımda da aslan payını Almanya almaktadır. AB’nin motor gücü Almanya’dır. Ayrıca ABD Emperyalizminin tüm işgal,  katliam ve soykırım suçlarına AB Emperyalistleri de ortaktır.

19’uncu Yüzyılda dünyanın en büyük emperyalist devleti İngiltere idi. İngiltere 20’nci Yüzyılda bu egemenliğini ABD’ye kaptırmıştır. Şimdi onunla ortak davranmaktadır. İngiltere, Almanya, Fransa ve İspanya sömürgeleri olan emperyalist devletlerdir. Bunların yapısında bir değişiklik olmamıştır. Sadece ABD’nin karşısında daha güçlü olabilmek ve sömürülerini devam ettirebilmek için birlikte olmaya ihtiyaç duymaktadırlar. Bilinçlerimizden AB ülkelerinin, özellikle ilk kurucu ülkelerin emperyalist devletler olduklarını çıkarmazsak AB’den demokrasi de beklemeyiz.

Bu ülkelerde kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi yaşandığı, burjuva demokratik devrimleri yapıldığı, birçoğunda İşçi Sınıfının iktidarın kapısına dayanacak denli sınıf savaşları verildiği için bu ülkelerin halkları köklü bir kısım ekonomik, demokratik kazanımlara sahiptirler. Fakat kapitalizmin tekelci aşamaya yani emperyalizm aşamasına geçmesiyle demokrasi yerine siyasi gericiliğin hâkim olduğu bu ülkelerde, kazanılmış haklar giderek yok edilmeye çalışılmaktadır. Hele Sosyalist Kamp’ın da yıkılmasından sonra emperyalistlerin kendi ülkelerindeki İşçi Sınıfına, demokratik haklara saldırısı iyice artmıştır. “Sosyal Devlet”e artık ihtiyaçları kalmadığından onu kerte kerte dönüştürmektedirler. Kendi ülkelerindeki sosyal hakları yok etmeye çalışan bir birliğin, diğer ülke halklarına demokratik ve sosyal haklar getirmesini beklemek ölü gözünden yaş ummaktır. Fransa’nın iş yasasını değiştirmek istemesi, üniversitelerin ve çalışanların eylemleriyle bundan geri adım atması hatırlanmalıdır.

Emperyalistlerin, ülkemizin tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini pervasızca sömürdükleri yetmezmiş gibi Türk Ordusu’nu da kendi emperyalist canavarlıklarında kılıç olarak kullanmak istemektedirler.

Bunu Soros şu sözleriyle açıklamaktadır: “Sizin dışarıya pazarlanacak tek bir markanız var: O da Ordunuz” diyor. Yani Yeni Sevrci kuşatma karşısındaki direncini “Ergenekon” operasyonuyla kırmaya çalıştıkları Türk Ordusu’nu, işlerine gelince emperyalist amaçları için kasap satırı olarak kullanmaktan da vazgeçmemektedirler. Dün Kore’ye, bugün Afganistan ve Lübnan’a asker gönderilmesi emperyalizme ve siyonizme hizmettir. Bunu söyleyenler “vatan haini” ilan ediliyor, utanmadan vatanını satmakla mükellef olduğunu söyleyen, yani asıl kendisinin vatan haini olduğunu itiraf etmiş olan emperyalist uşağı Tayyip tarafından.

Daha önce Somali’ye, sonra Batı yanlısı siyasi partilerin seçim güvenliğini sağlamak için Kongo’ya asker gönderenler, bugün AB-D ve İsrail istiyor diye Lübnan’a asker gönderiyorlar. Sözde barışı sağlamak için saldırgan İsrail’in sınırına değil Suriye sınırına gönderilmek istendi askerimiz. Mehmetçiği emperyalist çıkarları için savaşa sürüyorlar. Bu hainler bunu gizlemek için de utanmadan halkımızın karşısına çıkıp demeçler verdiler: “Türk askeri Lübnan’a akan gözyaşlarını dindirmek için gidecek.” “Türk askeri Lübnan’a çatışmaya değil barışı korumak için gidecek.” Televizyon ekranlarında Lübnan’da ağlayan çocukları, anneleri, acılı Lübnan halkını gördüğümüz zaman hep üzüldük.

Peki, o çocuklar öldürülürken, katledilirken İngiltere, Fransa, Almanya ne yapıyor?

Kolunu bile kıpırdatmıyor. AB Komisyonu’nun günlük basın toplantısında “çok sayıda gazetecinin ‘AB’nin İsrail’i niye kınayamadığını’ sorması üzerine basın toplantısında soru sorulmamasını istedi ve Dış İlişkiler Sözcüsü Udwin, ellerini iki yana açarak yapabileceği bir şey olmadığını anlatmaya çalıştı.” (Milliyet, 13.07.2006)

Aynı İngiltere, Fransa, Almanya sonra da Filistin-Lübnan için “çok üzüldüğünü” söylemişti!? Ve BM barış gücünü göreve çağırıyorlar.

Ne zaman?

En son model silahlarla teçhizatlı İsrail ordusu Hizbullah Milisleri tarafından ağır kayıplara uğratılarak durdurulduktan sonra… Bir kez daha “demokrasi ve insan hakları maskesi” takarak dünya halklarını aldatmaya çabalayan AB Emperyalizmi ABD’den farklı davranmaz, davranamaz, çünkü İsrail’e dokunan kendi emperyalist çıkarlarına dokunmuş oluyor.

Nasıl ki Kore/Kunuri’de imha edilmekte olan ABD Tugayını kurtarmak için Türk Askeri “feda” edilmiş ise, bugün de Afganistan’da Emperyalist çıkarı için “feda” edilmek istenmektedir.

Türkiye’de AB’ye girme yolunda çabalayan tüm yazarlar ve aydınlar, bizim demokrasiyi getiremeyeceğimizi, bunu yapsa yapsa AB’nin yapabileceğini savunmaktadırlar. “Biz Türkiye’nin sorunlarını çözemeyiz. Avrupa gelsin çözsün, biz de rahatlayalım. Türkiye’yi Avrupa’ya emanet edelim. Bizim kurtuluşumuz emperyalistlerin eliyle olacak” görüşünü savunmaktadırlar. Kısacası satalım demektedirler.

Yukarıda da değindiğimiz gibi AB ülkeleri halkları mevcut sosyal haklarını 17’nci Yüzyıldan itibaren kendi kanları-canları pahasına sürdürdükleri sınıflar savaşı sonucunda elde etmişlerdir. Daha Demokratik Devrimini bile tamamlamamış, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfını yani feodaliteyi tasfiye edememiş bir Türkiye’nin Paris Komünü’nü yaşamış ve yaşatmış bir Fransa ile aynı birlik içine girmekle aynı düzeye gelebileceğini savunmak diyalektik bakış açısına aykırıdır.

Türkiye’deki medya da AB yanlısı politikalar gütmektedir. Türkiye’deki bazı olumsuz uygulamalar anlatıldıktan sonra, şu cümleyle biter genellikle gazetelerdeki yazılar: “Bu kafayla mı AB’ye gireceğiz?” AB, demokrasinin, özgürlüğün, hukukun merkeziymiş gibi gösterilmektedir bu satılmış medya tarafından…

“Sivil örümcekler” hep bir ağızdan koro halinde AB’yi savunuyorlar. AB politikasını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Hedef kitle seçtikleri, geleceğimiz olan gençleri AB saflarına kazanmak için yoğun propaganda yürütüyorlar. Çünkü medya patronları AB’nin aldatmaca olduğunun halkın bilincine çıkmaya başladığını görüyorlar ve bunun için önlem alıyorlar. AB’nin burs dağıtacağı, öğrencilere öğrenim hakkı tanıyacağı gibi yalanlarla geniş gençlik kitleleri aldatılmak isteniyor. Ne acıdır ki kendine Devrimciyim diyen birçok kişi ve kurum da KESK yönetimleri gibi AB’cilik yapmaktadırlar. Oysa kamu emekçilerine düşen görev, bu olayları teşhir ederek AB Emperyalizmine karşı mücadelede yerini almak, kamu çalışanlarını, gençliği ve halkı bu mücadeleye kazanmaya çalışmak olmalıdır. Eğitim alanında da AB’ci eğitim anlayışının teşhiri için devrimci-demokrat seçeneklerimizi sunmalı ve tartıştırmalı, Parasız, Laik ve Anadilde Eğitimi savunmalı ve savaştırmalıyız.

– “Emeğin Avrupası” Aldatmacası

Avrupa Birliği’nin emperyalist bir birlik olduğunu görmeyip bize umut vaat eden bir kapı gibi görülmesi biz kamu çalışanlarının kendi öz güçlerine, örgütlülüklerine güvenmemesini de beraberinde getirmektedir.

Parababaları bizi toptan AB’ye satmak istiyorlar: Hem halkımızı, hem vatanımızı. Ne yazık ki pek çok sendikanın yöneticileri, biz “emeğin Avrupası”na gireceğiz düşüncesiyle Avrupa Birliği’ni desteklemektedirler. AB Anayasa’sında Avrupa Birliği’nin ekonomik sistemi için:

“Birlik, tam istihdam ve ilerleme hedefine sahip ve rekabet gücü yüksek bir sosyal piyasa ekonomisi, dengeli ekonomik büyümeye dayanan sürdürülebilir şekilde Avrupa’nın kalkınması için çalışır” yazar.

Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi AB’nin ekonomik sistemi piyasa ekonomisidir, yani pazar ekonomisidir. Bunun da bilimsel adı kapitalizmdir.

Yine AB Anayasasının 4’ücü maddesi:

“kişilerin… Ayrım gözetmeden” başlığı altında: “kişilerin, malların ve hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşım ile yerleşme ve iş kurma özgürlüğü… Birlik tarafından anayasaya uygun olarak garanti edilir” der.

Fakat kişilerin serbest dolaşımını Avrupa’daki işçilerimiz için kısıtlar. Yani kendi Anayasasını bile işine geldiği gibi kullanır. Bu nedenle  Emeğin Avrupa’sı diyenlere bunun Finans-Kapitalin (Emperyalist Parababalarının) Avrupa’sı olduğunu hatırlatırız bir kez daha.

AB’nin hedeflerinden biri de Türkiye’yi “kırk altı azınlık” çeşidiyle atomlarına kadar parçalamaktır.

Fırat’ın sularını bile, uluslararası bir komisyonun eline bırakmayı teklif ediyorlar. Bu suların nasıl kullanılacağına bile “uluslararası bir komisyon karar vermeli” diyorlar.

“Ege’deki haklarınızdan vazgeçip Kıbrıs’ı Rumlara terk edeceksiniz” diyorlar.

“Fener Rum Patrikhanesini ve Ekümeniklik hakkını tanıyacaksın” diyerek Patrikhane’nin dünya çapında Ortodoksların dini merkezi haline getirilmesini, Ülke Topraklarımızda Vatikan gibi ayrı bir din devletinin kurulmasını dayatıyorlar.

Kenya, emperyalistlere karşı savaş verip, bağımsızlığını kazandığında, Kenya lideri Kenu Kenyatu şöyle demişti:

“Önce emperyalistler, misyonerler bize geldiğinde ellerinde yalnızca kitapları vardı. Topraklar bizimdi. Gözünüzü yumun Tanrı’ya dua edin dediler bize. Gözlerimizi yumduk Tanrıya dua ettik. Sonra ‘gözünüzü açın’ dediler. Gözümüzü bir açtık ki kitaplar bizim elimizde, topraklar onların elinde.”

Gelip topraklarımızı da alacaklar. Başlangıçta belki eskiden olduğu gibi ordularla değil, parayla. Gerekirse de en modern silahlarla donatılmış kan emici ordularıyla. Bize de onların emrinde çalışmak düşecek. Ne sanayide, ne de tarımda Avrupa ülkeleriyle rekabet etmemiz mümkün olmayacak. Bu nedenle insanlarımızın pek çoğu vatanından, yurdundan uzaklaşıp, onların ülkesinde onlara hizmet edecek. Zaten bugün kapı açılıverse, belki yarısı gider insanlarımızın. İşte ara sıra istatistikler yapılıyor. Eğitimli gençlerimizin bile üçte ikisi gitme peşinde. Ve bunların da üçte biri, o üçte ikinin üçte biri; “Bir daha geri dönmek istemem” diyor. Parababaları düzeninin cehenneme çevirdiği bu cennet vatanda yaşamaktan, artık bezmiş insanlarımız.

AKP Hükümeti vatanımızı ve 75 milyon insanımızı, Batılı Parababalarının kayıtsız şartsız emrine vermek, onlara uşaklık etmek için Avrupa Birliği’ne girmeyi istemektedir. Ucuz işgücünü kullanıp, bizlere Avrupa’daki işçilerimize yaptırdıklarının aynısını, yani onların sevmediği ağır, pis işleri kendi vatanımızda yaptırtacaklar.

AB, Türkiye’yi en az üç parçaya bölünmüş olarak AB’ye almak istiyor. Çünkü bugünkü Türkiye onların çıkarına uygun değil; böyle bir Türkiye’nin insanları, sürgit onlara uşaklık etmez… Böl, parçala, yönet mantığından dolayı en az üç parçaya bölecekler Türkiye’yi, ondan sonra AB’ye alacaklar. Geçmişte yapamadıklarını, yani Yeni Sevr’i kabul ettirerek alacaklar.

Genişlemeden Sorumlu eski Komiser Alman Günter Verheugen’e yandaşları soruyor:

“Türkiye’yi almamız mümkün değil, niye bunu açıkça söylemiyorsunuz?”

Verheugen diyor ki:

“Akıllıların anlayabileceği şekilde söyledim. E, daha ne yapayım?”

Tayyipgiller de “Ben, Türkiye’yi ve Kıbrıs’ı pazarlamakla mükellefim” diyerek Verheugen’in “akıllı”sı olduklarını kanıtlıyorlar.

Yine Jack Straw 3 Ekim’de, Müzakere Çerçeve Belgesi verildiğinde Batılı yandaşlarına şunu söylemiştir: “Ayıyı öldürmeden yüzmeyelim.” Türkiye’yi ayı olarak nitelendiriyorlar. Daha canlıyken yüzmeye kalkarsak, halk uyanır, o yüzden, bir şey kazanamayız, önce öldürelim, sonra istediğimizi yaparız diyor.

Yerli Parababaları (Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgânlar çetesi) 75 milyon insanla başa çıkamayacaklarını biliyor. Vatanı da, halkı da toptan peşkeş çekelim Batılı efendilerimize, komisyonumuzu alalım, dünyadaki cennetimizde yaşayalım, diyorlar.

Biz emekçilerin, AB’nin bize getireceklerini görmemiz için son yasal değişikliklere bakmamız yeterli olacaktır aslında. Emeklilik Yasası, İş Yasası, Sağlıkta Dönüşüm adı altında yapılan sağlığı özelleştirme çalışmaları, Kamu Personel Reformu gibi düzenlemelerin hepsi AB’ye uyum sürecinde IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle gerçekleşmektedir. Biz kamu emekçileri bu kadar saldırı ile karşı karşıya iken, AB’den birileri çıkıp da “bu yasalar kamu emekçilerinin ve diğer emekçi halkın emeklilik hakkı, sendikalaşma hakkı, sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkını elinden alır” dedi mi? “Bu emekçi halklar açısından bir felakettir” dedi mi?

AB’nin bu ülkeye demokrasi ve özgürlükler getirmeyeceğini en iyi kamu çalışanlarının görmesi gerekiyor. Zira son değişimler, kamunun tasfiyesi çalışmaları, Genel Sağlık Sigortası’yla yapılan değişiklikler bunun en somut göstergelerindendir.

Hal böyle iken KESK, Genel Sağlık Sigortası, kamunun tasfiyesi vb. yasalara sözüm ona tepki gösterirken, demokrasi konusunda AB’den medet ummaktadır. Sendika yöneticilerimiz, yukarıda açıklanan, halkımızın ve kamu çalışanlarının ocağını söndürecek uygulamaları dayatanlardan birinin AB olduğunu ya görmüyorlar ya da görmek işlerine gelmiyor.

VI. KÜRT SORUNU

Kürt Sorunu’nun her iki halk için de onurlu biçimde çözümü; Devrimci Çözümdür. Kürt Meselesi’ni de AB-D Emperyalistleri ele almış durumda. Yaklaşık 1000 yıldır beraber, kardeşçe yaşamış iki halkın arası günbegün açılmaktadır. Çalışan insanlarımız, nasıl Türkiye sınırları içinde hiçbir umut ışığı göremiyorlarsa; Kürt kardeşlerimiz de, kendi sorunlarının çözümü için Türkiye devletinden hiçbir umut bekleyemiyorlar.

AB-D Emperyalistlerinin Kürt Meselesi’ne el atmaları Kürt dostu olduklarından değil. Yeni Sevr’i gerçekleştirmek için bunu yapıyorlar…

Bugün Türkiye’de kendisini, kimliğini Kürt diye tanımlayan, asgari 15 milyon insan var. Bir halk var… Bu insanlar, ortak yaşama durumundan vazgeçerse, buna kim karşı durabilir. “Öldürürüz, keseriz, kan dökeriz…” Bir yere kadar yaparsın ve o da ters teper. İşte, İsrail cellâdı, alçağı… Arkasında ABD ve onun tüm teknolojik silah mekanizması var. Filistinliye boyun eğdirebiliyor mu?

Burada onun kaç katı Kürt insanı var. Bu meseleyi Kürt ve Türk Halkı el ele, kardeşçe, birlikte çözerse, her iki halkın da yararına olumlu, onurlu bir biçimde çözer. Emperyalistler çözerse, işte Irak’taki gibi çözer, yani kendi emperyalist çıkarlarına uygun biçimde çözer.

Ne diyor Barzani ve Talabani?

Aman Amerikan askeri gitmesin!

Böyle bir kurtuluşun, Kürt Halkına getireceği bir onur yok. Dünyanın baş cellâdı, baş haydut ABD gelecek, siyasi devlet kuruverecek, buna da bağımsızlık kazanıldı denilebilir mi?  İsrail gibi, Kürt Halkı da  hizmet etmekle yükümlü kalır. Bu bakımdan böyle bir çözüm, Kürt insanlarımıza bir şey kazandırmaz. Tersine Arap Halkıyla ve tüm bölge halklarıyla düşmanlaşmasını arttırır.

Türkiye’nin şu anki en temel siyasi sorununu yani Kürt Sorunu’nu; Hikmet Kıvılcımlı 1933’te çözmüştür, “Yedek Güç: Ulus (Doğu)” adlı eserinde. Bu meseleyi, gerçek demokrasi, yani Eşitlik, Kardeşlik ve Özgürlük temelinde, Türk ve Kürt, iki halktan kardeşler, yan yana oturup, çözecekler. Ama gerçek anlamda eşit kardeşler olarak…

VII. ÇEVRE SORUNU

Her türlü kötülüğün kaynağı olan G8 adlı emperyalist haydutlar, doğayı da günbegün zehirlemekte, canlılar için yaşanılması zor bir ortam haline getirmektedirler. Bunların en önde gelenlerinden ABD ve Kanada, hatırlanacağı gibi, doğacı bir sözleşme olan Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamayı hâlâ inatla reddetmektedirler. Yine bilindiği gibi, dünyadaki sera gazlarının üçte birini tek başına ABD atmosfere salmaktadır. Bunlar ürettikleri zehirli atıklarla dünyayı zehirlemekle kalmamakta, akciğerlerimiz sayılan oksijen kaynağı ormanları da kurutup yok etmekten çekinmemektedirler. 1978’den bu yana Amazon Ormanlarının beşte birini (520 bin km2’lik bir orman alanını) yok etmiştir, bu emperyalistler. “Küresel ısınmanın” felaket tablosu daha yeni açıklandı. Buzulların hızla eridiği ve “kıyamete 5 kaldığını” söylüyor bilim adamları.

İnsanlık düşmanı emperyalizmin kendi çıkarlarını korumak ve sürdürmek için yaptığı çevre katliamından ülkemiz de nasibini fazlasıyla alıyor. Dilovası’nda havaya ve çevreye zehirli kimyasallar atıldığı için el ve ayak parmakları olmayan özürlü çocuklar doğuyor. Bu da yetmezmiş gibi, kanser, astım vb. hastalıklarla boğuşan insanlarımızın tedavi ve ilaç masrafları karşılanmıyor, insanlarımız kaderlerine terk ediliyor.

AKP Hükümeti, İşçi Sınıfımızın ve emekçi halkımızın aleyhine peş peşe yasalar çıkarırken, çevreye ve insan sağlığına zarar verenlere karşı gerekli yasal düzenlemeleri yapmayarak, soluk alıp verdiğimiz çevrenin yaşanmaz hale getirilmesine de göz yummakta ve onlara ortak olmaktadır.

Biz, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmekteyiz. Doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanayız. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacağız.

Unutmayalım ki dünyamız, bilim insanlarının öngörülerine göre daha üç milyar yıl biz canlılara ev sahipliği edecektir. Doğanın bu hizmetini yapabilmesi için bizim de onun kanunlarına saygılı olmamız ve onu bir bütün olarak (dağlarıyla, ovalarıyla, ormanlarıyla, nehir, göl ve denizleriyle, bitkileriyle, hayvanlarıyla) canı gönülden sevmemiz gerekir. Bizler, bu bilince sahibiz ve bu sevgiyi taşımaktayız.

Son söz:

Kamu Çalışanları olarak kendimizin, İşçi Sınıfının ve gençliğimizin yakıcı, acil sorunlarının yanında Yeni Sevrci kuşatma, Şeriatçı tırmanış, Kürt Sorunu, Kadın ve Çevre sorunu vb. gibi ülkemizin birçok sorununda çok şeyler yapabiliriz. Yapmalıyız da.

Ama önce KESK’i muhtacı himmet dede konumundan kurtarmalıyız.

Bunun için de önce “yeni” (aslında eskinin de eskisi) sapkın ideolojilerden hızla arınmalı; sapsağlam, hiç aşınmamış, insanlığın biricik kurtuluş ideolojisi olan Devrimci ideolojiye, Marksist-Leninist ideolojiye sımsıkı sarılmalıyız.

AB-D Emperyalizminin Ilımlı İslam (Şeriat) maşasıyla başlattığı Yeni Sevrci saldırısına karşı Antiemperyalizm, Antifeodalizm, Antişovenizm ilkelerinden zerrece ödün vermeden;

Dillerde pelesenk olan Devrimci Sınıf Sendikacılığı ve Demokratik Merkeziyetçi yığın örgütü laftan hayata geçirilerek;

KESK’i bukağı gibi sımsıkı saran kahredici eylemsizlik kabuğu acilen kırılmalı. Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli.

Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı eylemlerle kitle seferberliği sağlanarak başarmaya kitlenen militan bir mücadele hattına sıçranmalı an geçirmeden.

Yeni Sevre Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı!

Şeriat Ortaçağdır!

Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi!

Yaşasın Halkların Kardeşliği! Yaşasın Sosyalizm!

Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz!

Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!Is