Bedence aramızdan ayrılışının 59.Yılında büyük eğitim devrimcisi Tonguç Baba’nın anısına saygıyla…

Bedence aramızdan ayrılışının 59.Yılında büyük eğitim devrimcisi Tonguç Baba’nın anısına saygıyla…

“Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına insanın insanı sömürmemesi adlı bir ders koyardım.”

“İnsanoğlunun kazanacağı en büyük zafer korkuyu yenmesiyle kazanacağı zaferdir.”

“Köy insanı öylesine canlandırılmalı ve bilinçlendirilmeli ki, onu hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin. Köyün sakinlerine köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler, bilinçsiz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler”

“Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı…
Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha…”(ABD emperyalizminin İnönü’den uygulamaya koymasını istediği çok partili demokrasinin ilk zamanlarında İsmail Hakkı Tonguç’un yaptığı tespit)

Yukarıda alıntıladığımız sözler Köy Enstitülerinin mimarlarından, Cumhuriyet döneminin büyük eğitim devrimcisi, gerçek halk önderi, yurtsever İsmail Hakkı Tonguç’a, Köy Enstitülü eğitmen ve öğretmenlerin deyişiyle ‘Tonguç Baba’ya ait.

Bugün Tonguç Baba’nın 59. ölüm yıldönümü. Kendisini saygı ve minnetle anıyoruz. Önce bu büyük eğitimcinin hayatına bir bakalım:

Tonguç, 1893 yılında bugün Bulgaristan topraklarında kalan Silistre’nin bir köyünde dünyaya gelir. Ortaokulu bitirince, babasının itirazına karşın okumak için İstanbul’a gelir. Maarif Nazırı Şükrü Bey’in aracılığıyla parasız yatılı öğrenci olarak Kastamonu Öğretmen Okulu’na girmesi sağlanır. Ama 30 Ekim 1914’te savaş başladığı, okul kapandığı için Kastamonu’ya yaya olarak çıkmak zorunda kalır. Bu yolculuk ona Anadolu’nun çetin koşullarıyla, insanlarının bu çetin koşullar içinde nasıl çırpındığını, Anadolu insanının çektiği acıları ve maruz kaldığı acımasız sömürüyü öğretir. Kastamonu Öğretmen Okulu’na gider ama aklı İstanbul Öğretmen Okulu’ndadır.

Bu hedefi de bir buçuk yıl sonra gerçekleşir. 1918 yılında İstanbul Öğretmen Okulu’nda son sınıfta iken öğrenimlerini Almanya’da görmeleri için gönderilen 20 başarılı öğrenci arasında yerini alır. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı bitince geri dönmek zorunda kalır ve öğretmen okullarında resim, el-işi ve beden eğitimi öğretmenliği yapar. Öğrenimini tamamlaması için 1921’de yeniden Almanya’ya gönderilir. Dönüşte Konya Lisesi ile çeşitli öğretmen okullarında çalışır. 1925’te Almanya’da iş eğitimi seminerine katılır.

1926’da bakanlıkta müze müdürlüğüne getirilir. 1929 yılında ders araçlarıyla ilgili incelemeler yapmak üzere iki ay altı Avrupa ülkesini dolaşır. 1932-1933’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde resim şubesini kurar ve ”1934-1935’te bu enstitünün müdürlüğünü vekaleten yürütür.

Edindiği izlenimlerini ve tecrübelerini ağırlıklı olarak pedagoji ve öğretim yöntemlerinin işlendiği kitaplarda yazmış, eğitim mevzuatları hazırlamış, okul müdürlerine genelgeler ve mektuplar göndermiştir. Eğitsel konularda en çok kitap ve yazı yazan eğitimci olarak bilinmektedir. Örneğin Tonguç, ‘Canlandırılacak Köy’ kitabını yazmadan önce, 61 il, 305 ilçe, 9.150 köyde inceleme yapmış, 4.120 kişiyle görüşmüş, 456 belge incelemiş ve 112 kitaptan yararlanmıştır.

Tonguç’u Tonguç Baba yapan süreçte şu köşe taşlarını da belirtelim: 3 Ağustos 1935 günü İlköğretim Genel Müdürlüğüne vekaleten getirilir. Bu görevde, ayrıldığı 21 Eylül 1946’ya kadar 11 yıl, 1 ay, 17 gün kalmıştır.

1936’da askerden onbaşı ve çavuş olarak terhis olan köylü erkeklerden köy ilkokullarının ilk üç sınıfını okutacak eğitmen yetiştirecek “Köy Eğitmeni Kursları”nı başlatır ve çeşitli illerde köy öğretmen okulları açar. 1938’de ilköğretim örgütlerini incelemek üzere bir süre değişik Avrupa ülkelerinde incelemelerde bulunur.

Hasan Ali Yücel bakan olunca, 31 Ocak 1940’ta İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne asaleten atanır.

17 Nisan 1940’ta çıkarılan Köy Enstitüleri Kanunu doğrultusunda 21 köy enstitüsünü yaşama geçirir. 1943’te enstitülere öğretmen yetiştirecek Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü açar ve enstitülerde sağlıkçı yetiştirecek bir birim de kurar.

Onun çabaları sonucu, 1.500 kadarı kadın olmak üzere 17.341 köy enstitülü öğretmen, 8.675 eğitmen ve 1.591 sağlıkçı yetiştirilmiş. 15.00 dönüm işe yaramaz arazi verimle hale getirilmiş. 1.200 dönüm bağ ve 250 dönüm sebzelik yapılmış. 250.000 ağaç dikilmiş, 900.000 hayvan yetiştirilmiş, yaklaşık 700 bina ve 100 km yol yapılmış. Bunların çoğunun öğretmen, öğrenci ve köylünün katkılarıyla ve devlet bütçesinden çok az kaynak alarak yani imece usulü gerçekleştirildiğini de ekleyelim.

Tonguç, 1946 yılında yapılan seçimler sonrasında Hasan Ali Yücel yerine bakan olan, ortak kitap yazdığı arkadaşı Reşat Şemsettin Sirer’in farklı bir tutum izlemesi üzerine, 21 Eylül 1946’da genel müdürlükten ayrılır. Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirilir. Sonra resim öğretmenliğine geri gönderilir.

30 Eylül 1950’de bakanlık emrine alınır. Fakat Danıştay bu uygulamayı iptal eder.

27 Şubat 1954’te emekli olur. 24 Haziran 1960’ da ise arkadaşı Hasan Ali Yücel’in deyimiyle ‘Çilekeş Tonguç’ bu dünyadan bedence aramızdan ayrılır.

Tonguç Baba’nın kronolojik hayat öyküsü bu. Fakat bu büyük eğitimciyi daha yakından tanımak için 1920’ler Türkiye’sine de bakmak lazım. Manzara şudur:

Nüfusunun yüzde 85’inin köylerde yaşadığı, erkeklerin yüzde 97’sinin, kadınların yüzde 99 ‘unun okuma-yazma bilmediği, yolu, elektriği, suyu olmayan, tarımı geri, bir çivi bile yapılamayan, evleri topraktan, sıtmanın, trahomun, veremin her tarafı sardığı savaşlardan yeni çıkmış bir ülke. İyi de bu genç Cumhuriyet ülkesi nasıl kalkınacak?

İki gerici güce, emperyalizme ve saltanata karşı zafer kazanmış Birinci Kuvayi Milliye önderlerine göre ‘eğitimle’…
Çünkü, savaştan sonraki en büyük düşman cehalettir… Savaşı kazandık… Şimdi sıra cehalette… Cehaleti de yenersek, çağdaşlaşmanın da kalkınmanın da kapısı aralanacaktır. Bu amaçla çeşitli girişimlerde bulunulur. Öncelikle dönemin ünlü eğitimcisi ve düşünürü Amerikalı John Dewey ülkeye davet edilir. Dewey, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve deneyime önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz kuramı olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü düşünür ve eğitim kuramcısıdır.

Dewey, üç aya yakın süre kaldığı ülkemizde İstanbul, Ankara ve Bursa’da gözlem ve incelemelerde bulunduktan sonra 30 sayfalık bir rapor hazırlar. “Halkının yüzde 85’nin köylü ve okur yazarlığın bu kadar düşük olduğu bir yapıda modern devlet kurulamaz” der raporunda. Aynı zamanda kurulması gereken yeni eğitim sistemi hakkında da önerilerde bulunur.

Bu arada eğitim alanında da önemli gelişmeler yaşanır. Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası çıkar. Bunu Latin Alfabesinin kabulü izler. Askerde okuma-yazma öğrenen çavuş ve onbaşılar terhis sonrası kendi köylerinde kurslar açarlar. Bu iş için kendilerine 2 lira aylık ödenir. Böylece, okuma yazma bilenlerin sayısı hızla artmaya başlar. Eğitmen okulları açılarak eğitimin yaygınlaştırılmasına çalışılır. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan 1935 yılında İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne İsmail Hakkı Tonguç’u atar. Tonguç atandıktan sonra çalışmalar hızlanır. Asıl gelişmeler Hasan Âli Yücel’in bakan oluşu ile olur. 7 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen 3803 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır.

Ülkemizde bunlar yaşanırken Avrupa’da İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın rüzgarları esmektedir. Gerçi Türkiye savaşın doğrudan içinde değildir ama etkilerini konumuz açısından Hikmet KIVILCIMLI’dan takip edelim:

‘İkinci Cihan savaşına girmeksizin, ezelî ve anadan doğma anlaşık bezirgân ve ağa ekonomi baskısı altında ekmek sıkıntısına düşen iktidar, iki tehlike ile karşılaşmıştı:

1 – Aç KALMAK : buna karşı “Ziraat Kombinaları”nı kurdu.

2 – KÖYLÜNÜN ŞEHİRE AKINI : buna karşı “Köy Enstitüleri”ni açtı.

 

KÖY ENSTİTÜLERİ : Bir ütopinin ürünü idi. Daha kurulurken büyük arazi sahiplerinin Emin Arslan’ı Eskişehir Milletvekili Büyük Millet Meclisinde sormuştu :“Köy çocuğu yerde yatarken karyolada yatmıya alışınca, biz bunun altından nasıl kalkacağız?” Millî Eğitim Bakanı, sonra bu yüzden Komünistlikle itham edilerek gözyaşı döke döke kahrinden ölecek Hasan Âli Yücel, CHP’nin ütopisini “köylüyü sınıf mücadelesinden alıkoymak” diye özetledi.

 

“İçtimaî bir sınıf meselesi mevzubahis değildir. Zâten köylü ve çiftçilik partimizin programında da esasen sınıf ve imtiyaz kabul etmez.” “Emekle meşgul olan vatandaşlarımızın çocuklarını okutmak için, onların hayatından başka bir hayatla ülfet etmemesini istediğimiz ve o bakımdan yetiştirdiğimiz insanları… bilgi ve melekelerle teçhiz edip şehre akın eder vaziyete getirmek değildir.” (Kâfi! sesleri. Allah muvaffak etsin.) (“Meclis Müzakereleri”, ULUS, 19.4.1940)

Fakat, CHP’nin meşhur : “Şişenin içine doldurup ağzını mantar tıpayla tıkamak” metodu hayattan güçlü çıkmadı. Işığın “İdâre kandili”nden sızması bile, ağır Ortaçağ kocuğu altında bunalmış “BİZİM KÖY”ün komik trajedisini Londra’ya dek bir ucundan aydınlatmıya bulaştı. Sahiden köylü çocukları, “başka bir hayatla ülfet etmemek” şöyle dursun, gecekonducu ataları gibi, tam teçhizatla ve dörtnala “Şehre akın eder vaziyete” girdiler. Evdeki pazar çarşıya uymamıştı. Basmakalıp şehir kültürünün meddah Kel Hasan halkçılığı köyün sert havasıyla dağılıyordu. O kadar dememiştik! CHP’nin gerçek kendisini, iktidarını lokma eden “Demirkırat”lık, CHP’nin ütopisine elham okuyamazdı.

 

İkinci Cihan Savaşı boyunca Köy Enstitüleri’nden köye eğitim ve üretim götürecek köy çocukları çığ gibi ilerlediler. Savaş bittiği gün 14464 öğrencisi olan Köy Enstitüleri hemen dizginlendi. Öğrenci sayısı 1948-49 yılı 12017 ye düştü;1951-52 de yeniden 13173 e çıktı. O zaman DP iktidarının şantaj ağalığı harekete geçirildi:  Enstitüler aleyhine çıkarılan korkunç iftiralarla zemin hazırlandı. Ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın aleste bekleyen ırkçı kadrosu baskın yaparak o iftiraların en iğrençlerini zorla belgelemeye çalıştı. Bu da yetmeyince, köyün son umudu vurulup kırıldı.

Köy Enstitüleri’nin 12193 öğrencisi ansızın gökte yaralanmış kuşlar gibi kan içinde yerin dibine doğru düşürülürken, insafsız avcının yeraltında olgunlaştırdığı “İmam-Hatip Okulları” birden 846 öğrenci ile ağaların emrine geçip yükseliverdi’. ( Türkiye Köyü ve Sosyalizm s.45, s.48, s.49, s.50)
Bu enstitülerdeki eğitime yakından bakarsak neden kapatıldıklarını da anlamamız biraz daha kolaylaşacaktır.

Köylerden seçilmiş gençler eğitildikten sonra kendi köylerinde ve yakın yörelerde eğitimi, tarımı, yapıcılığı, hayvancılığı, arıcılığı, kooperatifçiliği, el sanatlarını, müziği, sporu ve sağlığı geliştirmiş, böylece kırsal bölgelerin çağdaşlaşmasına ve kalkınmasına paha biçilemez katkılar sağlamışlardı.

Sayıları 21’ e ulaşan yaz-kış açık olan bu enstitülerdeki öğrenciler beş duyuya yönelik, beceriye dönük, işi yaparak ve yaşayarak öğreniyorlardı; bütün çalışmalar ve uygulamalar imeceye ve üretime dayalıydı; kültür ve meslek dersleriyle birlikte, müzik, spor ve halkoyunlarının da bulunduğu laik bir program uygulanıyordu; okullarda kızlar ve erkekler karma biçimde bulunuyorlardı.

Dolayısıyla, köy enstitülerinden mezun olanları yalnızca birer öğretmen olarak görmek yanlıştır. Onlar öğretmen olmalarının yanında çağdaşlaşmanın ve aydınlanmanın öncüleri ve yeni Türkiye’nin toplum liderleri olmuşlardır. Mezunlar arasından çok değerli yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve geleceğin akademisyenleri çıkmıştır. Köy enstitüleri mezunları Türkiye aydınlanmasının çekirdek aydınları olmuşlardır. Bunların önderi de Tonguç Baba olmuştur. Onu dönemin aydınlarından ayıran özellikleri kavrayabilmek  için kendisi ile ilgili birkaç anekdotu paylaşalım:

Köy Enstitülerinin yarattığı değişim yalnızca okulun içinde kalmadı, Köy Enstitüleri binlerce yıllık geri kalmış bir anlayışı da sarsmaya başladı. Eski düzenin sahipleri köylerde filizlenen bu yeni okullara cephe almaya başladılar. İsmail Hakkı Tonguç, “Efendim buradaki yetmiş beş köyün kadını, erkeği, çoğu silahlıdır, bizi hiç çekinmeden vururlar” diyen stajyere şöyle yanıt vermişti:

“- Bu bir seferberliktir, savaştır. Sizi şehit verirsek yerinize dört kişi göndeririz, onları da vururlarsa sekiz kişi yollarız, ta ki bu savaş kazanılana kadar.”

İsmail Hakkı Tonguç görevde kaldığı 11 yıl içinde 61 il merkezi, 305 ilçe ve 9.105 köy gezer. Bir gün gene köyleri gezerken Ilgaz’da bir ilkokulun önünde durur. 45 yaşlarındaki öğretmen, kim olduklarını bilmeden ziyaretçilere okulu gezdirir. Tavandan bir tasa su damladığını gören İsmail Hakkı Tonguç:

– Akıyor mu?

– Evet.

– Köylüler çatının onarımına yardımcı olmuyorlar mı?

– Yok. Çankırı Milli Eğitim Müdürlüğüne üç kez yazdım, yanıt bile vermediler.

– Peki, siz bir şey yapamaz mısınız?

Adam terslenir:

– Ben başöğretmenim, dam aktarıcısı değil.

Tonguç dışarı fırlar, bahçenin köşesinde birkaç sağlam kiremit bulur. Merdiveni duvara dayayıp çatıya çıkar. Kırık kiremitleri toplayıp yerlerine sağlam olanlarını koyduktan sonra aşağı inip, pencereden kendisini seyreden başöğretmenin yanına gelir, “Dam yine akarsa Çankırı’ya yazma, bana haber ver, ben gelir damı aktarırım” deyip kartını uzatır. Başöğretmen kartı görünce bayılacak gibi olur ancak Tonguç özürlerini dinlemeden çıkıp gider.” (Öner Yağcı, Büyük Oğul Efsanesi)

O dönem Anadolu’da gezmedik yer bırakmamış bu büyük eğitimci gerçek demokrasiyi de kurduğu kurumlarda ete kemiğe büründürmüştür. Bu enstitülerin yönetim biçimleri şöyleydi; buralarda öğrenciler ve çalışanlar yönetimde müdürle birlikte mutlak söz sahibiydi.

Engin Tonguç, İsmet İnönü’nün bir enstitüyü ziyaret ettiğinde ona özel yemek çıkaran müdürün, öğrenciler tarafından herkesin bulunduğu bir toplantıda eleştirildiğini anlatırken ekliyor; ‘Bürokratlar da, toprak ağaları da sık sık enstitülerdeki öğretmenlerin ve öğrencilerin bu dik başlılığından şikayet ederdi.’
Enstitülerde hakim olan bu demokratik anlayış doğal olarak toprak ağalarının, Antika Tefeci Bezirganların ve o dönem CHP içindeki ırkçı kadroların saltanatını sarsmaktadır.

 

 

Işık Kansu 07 Ocak 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde 2016 yılının sonlarında yitirdiğimiz İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç ile ilgili ‘Türkiye’nin belini kırdırmayan aydın’ başlıklı bir yazı yazmıştır. Burada Kansu, Engin Tonguç’un kendisine babası İsmail Hakkı Tonguç ile ilgili anlattığı şu anekdotu aktarır:

“Reşat Şemsettin Sirer, 1946’da Milli Eğitim Bakanı yapılır yapılmaz demiştir ki:

“İsmail Hakkı Tonguç’un yaptıklarının ve Köy Enstitülerinin belini kıracağım.”

Anekdotun devamını Kansu yine Engin Tonguç’dan şöyle aktarır:

“Yıl 1953’tü. Sirer, bir jiple Sivas’ın Göleriz köyüne giderken aracı virajı alamayarak uçuruma yuvarlandı. Sirer’in göğsü ezildi, beli kırıldı.
Babam o gün, Sirer’in ölüm haberini radyodaki ajans haberlerinden duymuş, bir süre susmuş, sonra da ‘Zavallı Reşat!’ demişti.
Halkımızın deyişiyle etme bulma dünyası bu. Ve Tonguç Baba’nın yüce insancıllığına, merhametine bakar mısınız! Boşuna Tonguç Baba’ya gerçek bir halk aydını ve önderi demedik. Şimdi de sözü yine oğlu Engin Tonguç’a bırakalım:

“Dağda taşta çobanlık yapan birtakım garip çocuklar Köy Enstitüleri sayesinde çok yetenekli, olağanüstü insanlar olarak ortaya çıkabilmişlerdir. Köy Enstitüleri’nin bütün kuruluş ve uygulama çalışmalarına tanıklık yaptım, babam bu gezilere beni yanında götürürdü. O yıllarda en elverişli ulaşım aracı trendi. Çok kalabalık olurdu. Üst üste oturulur, rahatsız seyahat edilirdi. Birinci sınıf kompartımanı milletvekilleri için, içinde insan olsun olmasın hep kapalı dururdu ama o arada da koridorda bir sürü insan ayakta gider gelirdi, halk bundan çok rahatsız olurdu. Babamla ikinci mevkide giderdik… (Karayollarına gelince) Yol yok, şoseler var, ortalama hız saatte 40 kilometre… Birçok yerde köprü diye yapılmış tahta birtakım şeyler var, şoför iner arabadan evvela o köprünün üzerinde bir sallanır, sıçrar, hani çökecek mi, çökmeyecek mi diye onu muayene eder, sonra araba geçer, biz yaya geçeriz. Genellikle şoseler yine en iyisi, bir de oradan köy yollarına sapılır, onlar toprak yoldur. Çok defa çamura saplanılır, çamurdan araba bir türlü çıkarılamaz. Gittiğimiz yerlerde kalınacak yer yoktu, doğru dürüst lokanta yoktu, hiçbir şey yoktu… Bir kere arabada mutlaka battaniyeler ve tahta bir yemek sandığı olurdu. O geziler çok ilginçtir. Köylere giderdik, evvela çocuklara İstiklal Marşı söyletirdi. Ondan sonra tahtaya birkaç tanesini kaldırır, yazı yazdırırdı. Bir türkü söyletirdi ardından. Çok yoksul bir köy okulu düşünün. Yoksul çocuklar. Birçoğunun ayağı çıplaktı. Köylerde yamasız elbisesi olan insan yoktur, hepsi yamalıdır. Ayağında nalın olan çocuk, bayağı bir iyi durumda olan çocuk sayılırdı. Sıtma ve frengi korkunç derecede yaygındı. Bu koşullarda sınıfa gelmiş çocuklar… Sınıf soğuk, çünkü yakacak yoktur. O pencereler böyle buğuludur. O buğulu pencerelerden içeriye bakan köylü yüzleri görünür. Merak ederler, ‘Acaba içeride neler oluyor?’ diye. Belki kendi klasik öğrenimime, orta öğrenimime karşı gelen tepkimde, bunları yaşamış olmanın da rolü vardı.”(Milliyet, 15-21 Nisan 2003 İçimizden Biri Engin Tonguç, Tarihe 1000 Canlı Tanık – 9,10)

Ailesinden çok günlerini birlikte geçirdiği yoksul köy çocukları olmak üzere köylülerin çileleriyle yoğrulmuş Tonguç Baba’nın 59 yıl önce bıraktığı yerden mücadeleyi bugün aynı idealler için mücadele veren Halkçı Kamu Emekçileri devam ettirmektedir. Birinci Kurtuluş Savaşımız sonucunda yarım kalan zaferi bizler nihai zafere ulaştıracağız. Yoksul ve yoksun halkı gibi yaşayan, onların dertleriyle dertlenen Tonguç Baba zaten görevden uzaklaştırıldığı günlerde UNİCEF’in önerisiyle Türkiye’ye gelen Hindistan Eğitim Bakanına şunu itiraf etmiştir. Toprak reformunun yapılmadığı ülkelerde Köy Enstitüleri sistemi yaşayamaz. İşte bunun bilincinde olan ve bunun için kararlılıkla mücadele veren Halkçı Kamu Emekçileri gerçek toprak reformunu yapacak ve 2. Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıracaktır.

İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü, 1940

 

Daha sonra Adnan Menderes tarafından NATO’ya tahsis edildi.

 

Aydın, Ortaklar Köy Enstitüsü öğrencileri müzik eğitiminde

Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsüne yeni gelmiş öğrenciler. (1942)

 

9 Köy enstitülerine gelen Elif’in öncesi ve sonrası

 

Kızılçullu Köy Enstitüsünde doğada resim dersi, 1940’lar.

 

Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi, 6 ay eğitim gördükten sonra köylerine dönüp çocuklara eğitim vermek için hazırlar. Ayrılırlarken, kendi yaptıkları bavullarla…(24.06.2019)

 

 

HALKÇI KAMU EMEKÇİLERİ

Sosyal Medyada Paylaşın: