78. Kuruluş Yıldönümünde Köy Enstitülerini anlamak

78. Kuruluş Yıldönümünde Köy Enstitülerini anlamak

Tarih 17 Nisan 1940. Cumhuriyet tarihimizin en önemli, en özgün eğitim ve öğretmen yetiştirme deneyimi olan “Köy Enstitüleri” çıkan yasayla kuruluyor. Kuruluş Nisan 1940 olsa da, öncesi vardır. Ve Köy Enstitüleri deyince, ilk akla gelen isim İsmail Hakkı Tonguç’tur.

Tonguç, 1935’de İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekâleten atanmıştır. Tonguç için amaç köylüye ulaşmak, köyü kalkındırmaktır. Bu, köyden çıkan, köyü bilen köylü çocukların yetiştirilmesiyle daha etkin olacaktır. Bu amaçla önce askerliğini onbaşı veya çavuş olarak yapmış köylü gençler eğitmen kurslarında “eğitmen” olarak yetiştirilirler. Bunlar köy okullarına köy çocuklarını okutmak için gönderilirler.

Bu uygulamadan olumlu sonuçlar alınınca, 1937’de, bir adım daha atılarak Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da iki “Köy Öğretmen Okulu” açılır. Ertesi yıl Kastamonu Gölköy ve Kırklareli Kepirtepe’de iki okul daha açılır. Bu okullarda öğrenim gören öğretmenler de köyü yabancılamayan, köy okullarında sıkıntısız, ayrıcalıksız yaşayıp öğretmenlik yapabilecek nitelikte köylü çocuklarıdır. Tonguç, Hasan Ali Yücel bakan olunca asaleten İlköğretim Genel Müdürlüğüne atanır (Ocak 1940). Ve süreç, ömürleri çok kısa olmasına karşın bugün eğitimimizde hâlâ iyi olan bir şeyler varsa, mirası sayesinde sürdürdüğümüz Köy Enstitülerinin Kuruluş Kanunuyla sonuçlanır.

Hangi toplumsal, ekonomik koşullarda, kurulmuştu bu “yaşam ve iş okulları”? Ve neden kapatılmışlardı?

Enstitülerin baş mimarı olan Tonguç’a; “Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve bilinçlendirilmeli ki, onu hiçbir güç kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin. Ona köle ve uşak muamelesi yapmasın. Köylüler bilinçsizce ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler”; Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına ‘insanın insanı sömürmemesi’ adlı bir ders koyardım.” sözlerini söyleten neydi? Bizde bir söz vardır, söyleyene değil, söyletene bak diye. Tonguç’a bunları söyleten neydi?

İnsanlık Tarihine kısaca göz atmadan bu nedenleri ortaya koyabilmek pek mümkün görünmüyor. Her şey birbirine bağlı.

İnsanlık, insanı yük hayvanı veya sağmal sürü yerine koyan, bugün içinde yaşadığımız Sınıflı Toplum rezilliğine düşmeden önce, bir milyon yedi yüz bin yıl sınıfsız toplum halinde yaşadı. Adına İlkel Komünal Toplum da denen o toplumda insanın insanı sömürmesi, ezmesi, aşağılaması, hor görmesi söz konusu değildi. İnsanlar bir ailenin üyeleri gibi eşitçe ve kardeşçe yaşadılar. O yüzden korku, yalan, düzenbazlık nedir bilmediler.
MÖ dört bin yıllarında yani altı bin yıl önce insan soyu ilk kez Güney Irak’ta, Fırat ve Dicle nehirlerinin Basra Körfezi’ne döküldüğü yere yakın, alüvyonlu, sulanabilen bu yüzden de bol ürün veren topraklar üzerinde kurulmuş bulunan Sümer Kentleri’nde sınıflı topluma geçti. Bu geçişin sebebi toprağın çok bol yani toplumun tüketeceğinden daha fazla ürün vermesiydi. Bundan önceki sınıfsız toplum biçiminde, insanlar ihtiyaçlarını karşılayacak, yani tüketecekleri kadar üretiyorlardı. Bir fazla ya da artı-ürün yani tüketim fazlası ürün ortaya çıkmıyordu. Burada çıktı…

Sonuç olarak eski eşit Kankardeşler toplumu artık yoktu. İnsanın insanı sömürmesi, daha doğrusu çok az sayıdaki insanın, toplumun geniş çoğunluğunu sömürmesi üzerine kurulu olan sınıflı toplum bütün rezillikleriyle ortaya çıkmıştı. Buna (bu toplum biçimine) MEDENİYET diyoruz. Medeniyet, kâğıt üzerine düşen bir yağ lekesi gibi yayılarak, eski dünyanın, Afrika’nın güney, iç ve batı kısımlarını bir tarafa bırakırsak hemen hemen tümünü içine aldı. Tabiî süreç içinde…

Üretim ilişkilerindeki bu durum değişikliği, yani medeniyete geçiş; elinde kişi adına birikmiş, çok malı olan bir insan kümesi yarattı. İnsanlık tarihinde ilk sömürücü, vurguncu, asalak sınıf Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı ortaya çıktı. Zamanla bu asalak vurguncu sınıf, dini de egemenliği altına aldı ve onu kendi çıkarları doğrultusunda eğip bükerek sınıf ideolojisi haline getirdi. Bu yapay, ilahi dinlerde her şey kalıba döküldüğü için, toplumun o çağdaki dünya görüşünü, dünyaya bakışını, geleneklerini, göreneklerini, yani töresini Tanrı buyrukları halinde kalıplaştırır, dondurur ve değişmez kılar. Adalet anlayışını değişmez kılar ve onun ebediyen sürmesini ister. Her konuya çözüm getirir kendince.

14’üncü Yüzyıl’ın sonlarına kadar dünyadaki bütün medeniyetler toprağa dayalı üretim ilişkileri içinde olan Tefeci-Bezirgân medeniyetiydi. Bu tarihlerde ilk kez Avrupa’nın en batısında, İngiltere’de yeni bir sömürücü sosyal sınıf- Burjuvazi- barışçıl ve kademeli bir Sosyal Devrim yaparak iktidara geldi. Egemenliğini kurdu.

Tarihte ilk kez bir Antika Medeniyet tümden batmıyor, yıkılmıyor, iktidardaki sömürücü sınıf alaşağı edilerek toplum kabuk değiştiriyordu. Yeni bir sosyal düzene geçiyordu. Bu artık Tarihçil Devrim değildi, Sosyal Devrimdi… Kapitalizm, serbest rekabetçi kapitalizm, kendi iç dinamikleriyle geliştiği için Tefeci-Bezirgân Sermaye diye nitelendirilen (yine iktisat eserlerinde pre-kapitalist, kapitalizm öncesi sermaye diye de geçer bu sınıf) sınıfı yok etti. Burjuva Devrimi 1789’da da Kara Avrupası’nda, Fransa’da görüldü. Ama çok kanlı ve sert biçimde… Çünkü Kara Avrupası’nda Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı çok daha güçlü biçimde hâkimiyet kurmuştu. Onu devirmek de aşırı güç kullanımını gerektiriyordu… Sonra Burjuva Sosyal Devrimleri bütün Avrupa’ya yayıldı…

Bu devrimlerde Burjuvazi devrimci davrandı. Çünkü devrimci barutu vardı. İktidara gelirken kıyasıya savaştığı Tefeci-Bezirgân Sınıfıyla ve onun toprak sahibi olmuş biçimini oluşturan Derebeylikle, iktidarı ele geçirdikten ve hâkimiyetini tam olarak sağladıktan sonra uzlaşma yoluna gitmedi. Tam tersine o asalak sınıfı bütünüyle kazıyıp attı. Toplumu onlardan temizledi. Onların sınıf olarak varlıklarını korumasına, ekonomide, kültürde, siyasette, ideolojide (din yani kilise)  söz sahibi olmasına izin vermedi.

Dolayısıyla, Avrupa kapitalizmi doğuş ve serbest rekabetçi dönemi içerisinde, bilim ve teknolojinin gelişiminin önünü ister istemez açmıştır. Çünkü kendi devrimini gerçekleştirmiş olan burjuvazinin sınıf çıkarı o dönemde bilim ve tekniğin önünün açılmasından yanaydı. Basit Yeniden Üretimin yerini Geniş Yeniden Üretim almış, bu üretim yordamı ise doğal olarak daha kısa sürede, daha ucuza mal üreterek pazarlamayı zorunlu kılmıştı. Bunu yapabilen kapitalist ayakta kalacak, yapamayan batacaktı. İşte tüm bu nedenlerle metropol kapitalist ülkelerde bilim ve teknoloji hızla gelişti. Laiklik ve bilimsellik eğitim sürecinin temellerini oluşturdu. Bu ülkelerdeki üniversiteler, bilim ve teknoloji ürettiler. Bu üretilenlerin kimlerin çıkarlarına hizmet ettiği aşikârdır ama onlar sonuçta buna sahiptirler.

Bildiğimiz gibi süreç içerisinde Batı kapitalizmi tekelci aşamaya yani Emperyalizm çağına geldi. Batı bu haldeyken Osmanlı,  hâlâ toprak ekonomisine dayalı, antika üretim yordamını sürdüren bir derebeylik biçimindeydi. Yani sermaye yapısı bakımından üretimle hiçbir ilişkisi olmayan Tefeci-Bezirgân Sermaye, ideolojisi ise bu sınıfın eline geçmiş olan din bezirgânlığıydı. Ve gözünü topraklarına dikmiş olan emperyalistlerce kuşatılmış, yarı sömürgeleştirilmiş bir imparatorluk durumuna geldi.

İşte, 1919’da başlayıp 1923’de sonlanan Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız bu koşullarda gerçekleşti. Kurtuluş Savaşı’mız dışarıda Emperyalizme, içeride ise Hilafete ve Saltana karşı verilmiş bir mücadele idi.  Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının önderliğinde gerçekleşen Cumhuriyet Devrimi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın rüzgârıyla gelişen bir Burjuva Demokratik Devrimi oldu. Devrimciler emperyalist planı bozdular, emperyalistleri bu topraklardan kovdular, emperyalizmle iş tutan Derebeyliğin sembolü Sultan’ı alaşağı ettiler. Ancak bu devrim, tam anlamıyla Batıdaki gibi bir devrim olamadı. Tamamlanamadı.

Neden?

Çünkü tüm doğu toplumlarında olduğu gibi ülkemizde de kökleri taa derinlerde olan ve en ücra köylerde bile toplumun her zerresini ayrık otu gibi sarmalamış olan bu asalak ve sömürgen Antika sermaye sınıfını Batıdaki devrimlerde olduğu gibi tamamen yok edemediler.

Toprak devrimi (Demokratik Devrim) yapılamamıştı. Dolayısıyla gericiliğin temeli sosyal sınıflar, derebeylik artıkları, dipdiri duruyorlardı ve halk içinde ekonomik ve toplumsal bakımdan güçlü kaldı. Kendisi yok olmayan bir sınıfın ideolojisi-dünya görüşü de yok olamazdı.

Cumhuriyet devrimcileri, Osmanlı’dan hem ekonomik hem toplumsal hem de eğitim bakımından son derece geri kalmış bir miras devraldılar. Cumhuriyet’in ilk kuruluş yıllarında, devrimin önder kadroları önemli reformlar yaptılar. Özellikle de eğitim alanında. Kurtuluş Savaşı sonrasında ülkede okuryazar sayısı % 5’in altındadır. Ve nüfusun da % 80’den fazlası köylerde yaşamaktadır. Bu büyük köylü kitlesine ulaşabilmeyi amaçlamıştır Cumhuriyet Devrimcileri. Bunun ilk adımını 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) kanunu oluşturur.  Bu kanun sayesinde öğretim kurumlarının tümü de Maarif Vekâletine bağlanmıştır.

Cumhuriyet Devrimcileri’nin radikal reformlarının geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesi, içeride Anadolu’ya çöreklenmiş Tefeci-Bezirgânlık, dışarıda Emperyalizm tarafından kösteklendi. Şeyh Sait İsyanı olsun, Menemen Olayı olsun emperyalist-derebeylik ittifakının ürünüdür. Cumhuriyet Devrimcileri bu tehlikeyi atlattılar. Bu tür oyunları bozmak için girişimlerde de bulundular.

Bu girişimlerden birisi de Köy Enstitüleri oldu. Cumhuriyet Devrimcileri’nin halkla bağını kuracak, reformları halka anlatacak nitelikte kuruluşlardı Köy Enstitüleri…

İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç, “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitabında Tonguç ve H. Ali Yücel’den aktararak değerlendirir: Devlet örgütü ve gücü köye çok uzaktı. (…) “Köylünün her sözü ile ilgilenen, doğumundan cenazesine kadar tüm işlerinde ona akıl hocalığı eden bir tek insan vardır. O da köyün imamıdır.” Bu nedenle eğitmenin imama yenik düşmeyecek şekilde yetiştirilmesi gerekiyordu. “Ancak o zaman ekonomik durumlarını düzeltmek için her çözüme başvuran köylüler, imamı bırakarak eğitmenin arkasından gelecekler.”, diyordu İ. H. Tonguç.  Hasan Ali Yücel ise; “(…) Biz köylere Kurtuluş Savaşı’ndan beri sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri götürecek adamı yetiştirmek isteriz… Ümmet döneminin böyle bir adamı vardı. (…) Bu imamdır.”

Yeni kurulan Cumhuriyet’te, toplumun kalkınması ve modernleşme için, yalnızca okuryazar oranının arttırılması değil, modern üretim tekniklerinin de tarıma girmesi gerekiyordu. Böylece, köylü geleneksel yöntemleri bırakıp, yeni bilgi ve becerilerle donanacaktı.1935’ten itibaren Köy Enstitülerine biçim veren nedenler bunlardı.

İşte bu amaç doğrultusunda kuruldu Köy Enstitüleri. Çok önemli işler başardılar:

Eğitim laiktir, kız-erkek ayrımı yoktur, katılımcı ve demokratiktir, çevre duyarlılığı esastır. Asıl önemlisi,  üretim içinde eğitim verilmektedir. Köy Enstitülerinin ilkesi; “İş için, iş içinde, işle eğitim”dir. Çünkü Köy Enstitülerinde üretim de yapılır. Üstelik, bu üretim bu topraklarda sınıfsız toplumdan, “insanlığın altın çağı”ndan yadigar imece usulüyle yapılır.  Üretim içinde eğitim, teori-pratik bütünlüğünü sağlar. Köy Enstitülerinde verilen eğitimin teori-pratik bütünlüğü içinde olması gerektiği 1943’te yapılan açıklamada şöyle verilir:

“Gerek Köy Enstitülerinde, gerek köy okullarında talebe ve halkın yetiştirilmesinde… herhangi bir derste hayatla hakiki bağlılıklar temini prensibi üzerinde ısrarla durmak gerekir… Köy işlerinde tecrübeden geçmemiş fikirleri gevelemek, serbest tahrir derslerinde köye uygun olan veya uygun olmayan örneği taklit ederek yazı yazmak ve yazdırmak, Aritmetik, Fizik veya Kimya derslerinde manası anlaşılmayan formül ezberletmek gibi hususlardan yasak gibi sakınılmalıdır.

“(…) Köy Enstitülerinde ve köy okulunda bilgi bir vasıtadır. Bu vasıta öğrencinin zekâsını işletmek, tasarım gücünü uyandırmak, onlara bazı çalışma ve düşünme metotları vermek için kullanılacaktır. Basit bilgi, Köy Enstitüsünü ve köy okulunu saran iş hüviyetine asla denk düşmeyecektir. Köy Enstitülerinde… kabiliyetli …ruhi kudretinde varlık olan ve fikri kudretiyle iş başaran vatandaşlar yetiştirmemiz lazımdır.” (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu ve İzahname, 1943, s. 96 -111, Aktaran: Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış,http://www.dunya48.com/cumhuriyet/cumhuriyet-ve-bugun/21226-niyazi-altunya-koey-enstitusu-sistemine-toplu-bir-bakis).

Cumhuriyet Devrimcileri, eğitimde teori ve pratiğin iç içe olması gerektiği düşüncesini Sovyet eğitim sisteminden esinlenerek ve yaşamın gerçeklerinden hareketle geliştirmiş olsalar gerek. Çünkü Kurtuluş Savaşı yıllarından o güne Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri çok yakındır. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mıza genç Sovyetler Birliği silah ve para yardımı yaparak çok büyük bir destek sunmuştur. Bu destek belgelerle mevcuttur. İki ülke arasındaki dostane ilişkiler;  “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları”, adlı eserde de çok açık biçimde anlatılmaktadır.  Ekonomik ve kültürel işbirliği sıkıdır. Sovyet etkisi beş yıllık planlarda, sanayi yatırımlarında, Sovyet silahlarının alımında kendini göstermektedir.

Eğitimin de Kurtuluş Savaşı günlerinden beri süren bu sıcak ilişkilerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Nitekim, eğitimciler Sovyet eğitim sistemini görmek üzere sık sık Sovyet Rusya’ya giderler, Dışişleri Bakanlığı, Moskova Büyükelçiliği’ne raporlar düzenletir.

Eğitim programında  “kültür dersleri” kapsamında verilen klasik dersler ve öğretmenlik bilgisi ile ziraat ekonomisi ve kooperatifçilik yanı sıra, “Ziraat Ders ve Çalışmaları” kapsamında tarla ve bahçe ziraatı, fidancılık-meyvecilik ve sebzecilik bilgisi, sanayi bitkileri ziraatı, zooteknik, kümes hayvanları bilgisi, arıcılık, ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su ürünleri bilgisi, ziraat sanatları; “Teknik Dersler ve Çalışmaları” kapsamındaysa köy demirciliği, köy dülgerliği, köy yapıcılığı, kızlar için köy elsanatları (biçki-dikiş-nakış, örücülük ve dokumacılık, ziraat sanatları) dersleri yer alır. Kültür dersleri tüm eğitimin yarısını, ziraat ve teknik dersleri ise her biri toplam sürenin dörtte birini oluşturur.

Eğitimde iş-üretim kadar edebiyat ve güzelsanatlara da önem verilir. Öğrencilere dünya klasiklerinin tercümeleri okutulur. Her köy enstitülü öğrenci bir müzik aletini çalabilecek şekilde eğitilir. Folklorik eğitim de özellikle vurgulanmalıdır Köy Enstitülerinde.

Mezun olanlar, 150 parçaya varan alet edevat verilerek görev yerine gönderilir. Böylece mezun olan köy öğretmenleri, öğretmenlik dışında köylüyle içli dışlı olan, köylüye yol gösteren, basit sorunları çözebilen, sağlık konusunda bilgili ve uygulama da yapabilen, ahlâklı birer halk önderi niteliğine sahip olurlar.

Köy Enstitüleri, Cumhuriyet öğretmeni yetiştirmenin yanı sıra, ülkeye önemli katkılar sağlayan birçok sanatçı ve yazar da yetiştirmiş olan, laik eğitim modeliydiler.

Köy Enstitülerinin tarihi sürecine baktığımızda, enstitüleri bitiren binlerce öğretmen, köylerde okul ve okuryazar sayısının hızla artmasında, yeni görüşlerin köylere taşınmasında rol oynamıştır. 1935 yılında 380 bin olan ilkokul çocuğu sayısı, 1946-47 yıllarında 1.360.000’e ulaşmıştır (Erdem ve diğerleri, 2011).

Devam edemediler ne yazık ki!

Nedenleri açık: Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından, kısa bir süre sonra, devrimci barutunu yitirmiş olan burjuvazi iktidara iyice yerleşti. Hem de tasfiye edemediği Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân Sermaye ile ittifak yaparak. Bu nedenle, halkın yararına olacak her eğitim hamlesi de baltalandı. Bunun somut kanıtlarını İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç, “Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç” kitabında ortaya koyar. Köy Enstitüleri yasa tasarısına ilişkin olarak Süleyman Edip Balkır ile Tonguç’un yaptığı sohbeti aktarır: “Büyük sıkıntılar çekilecek. Belirtileri görülmeye başladı bile. Ağızları köpürerek bu işin karşısına çıkacak olanlar, yarı okumuş sözde aydınlar, (…) çıkarlarının zarara uğrayacağından ürken ağalar, kodamanlardır…”

Yasanın Meclisteki oylanma sürecinde ise Tefeci-Bezirgân Sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin meclisteki temsilcilerinin söylemlerini aktarıyor Engin Tonguç: “İleride köy enstitülerine en çok karşı çıkacaklardan biri, büyük toprak sahibi Emin Sazak: korktuğu bir nokta olarak küçük ve büyük köylere verilecek eğitimin eşitlenmesi yerine, büyük köylere daha bilgili kişilerin gönderilmesinin daha iyi olacağını’ söyledi. Ama yasayı da daha okumamıştı. Aklımız ererek çıksaydı, elbette daha iyi olurdu.”  Kâzım Karabekir ise: Parti programımızda sınıf yok diyoruz. Fakat elimizle kuruyoruz kanısındayım…Köylülerimizi böyle kültür alanında az görgülü aydınların baskısına bırakmayı bendeniz gelecek için çok tehlikeli görüyorum.”

Bu eğitimin en önemli amacı, köylünün kul olmaktan çıkarılmasıydı. Amaç böylesine kutsaldır. Köylünün sömürülmesinin önlenmesi, kulluktan kurtarılması, hayvanlık konağından çıkarılmasıdır. Tabiî bu nitelikte bir eğiticinin, bir halk şefinin Ortaçağcı güçler tarafından kabullenilmesi mümkün değildir. Sömürgenler dipdiri durmaktadır. Kaldı ki, Ortaçağ artığı Tefeci-Bezirgân Sınıf,  Cumhuriyet Türkiyesi’nde Finans-Kapital (Mali Sermaye) ile ittifak kurmuş ve 1930’lu yılların ikinci yarısından itibaren ekonomideki egemenliğini perçinleyen bu gerici ittifak kaçınılmaz olarak üstyapıya da el atmıştır. Çok geçmez, bu topraklarda sömürgenlerin oldum olası kullandığı din elden gidiyor ve uçkur peşkir saldırıları başlatılır. “Hür Basın” da buna aracılık eder. Tabiî komünistlik suçlaması bu ikili saldırıyı tamamlar. Köy Enstitüleri “komünist yuvası”dır artık. Özellikle de II. Emperyalist Savaş’ın bitiminden sonra Amerikan Emperyalizminin Türkiye’ye girişi ile birlikte…

Örneğin, Köy Enstitülülerin kendi imkân ve emekleriyle kurulan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün müzik binasının çatısı orak-çekice benzetilir. Köy Enstitülü öğretmenler komünistlikle suçlanarak tutuklanır. Üstelik Köy Enstitüleri gözden ırak “fuhuş yuvaları”dır. Kız öğrencilerle ilgili kasıtlı söylentilerin ardı arkası kesilmez.

Egemen sınıfların temsilcileri tarafından yalanlar sürdürülür, saldırılar gittikçe tırmandırılır. Emin Sazak gibi büyük toprak sahibi politikacılar (Emin Sazak, Eskişehir’de çok büyük araziye sahip bir toprak ağası ve zamanın CHP milletvekilidir) Köy Enstitülüleri;  “aşırı yetki verilmiş, kendilerini Atatürk sanan, köylüleri ayartan kişiler”, olmakla suçlar. Daha sonra DP milletvekili olan Tevfik İleri ise; “Türk’ü ikiye bölmek istediler; bu mukaddes çatı altında toplanan saf dimağlara, patiskadan daha beyaz, tertemiz bu kalplere düşmanlıklar aşılamak istediler… Bunu ancak Moskova yapar… Biz onları bitler gibi birer birer kıracağız”, diyebilmiştir.

Bu saldırılar karşısında daha İnönü’nün “Milli Şef” olduğu Tek Parti döneminde İlköğretim Genel Müdürü Tonguç ve Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel görevden alınırlar (1946). Bu bir bakıma Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla eşdeğer bir darbedir. Demagoji, yalan, dolan tutmuştur…

Köy Enstitülerine gelen öğrenci sayısı gittikçe azalır; 1944-45 öğretim döneminde 14.236 kişiyle doruk yapan öğrenci sayısı sonra gittikçe azalır, 1951-52 döneminde 13.173’e düşer. Azalma kız öğrencilerde çok daha çarpıcıdır: 1944-45 döneminde 1475 olan kız öğrenci sayısı 1948’den başlayarak 1000’in altına iner.

Eğitim bir üstyapı kurumudur. Toplumsal yaşamda belirleyici olan üretim ve sınıf ilişkileridir. Gerici Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakı ve emperyalist baskısı karşısında Köy Enstitülerinin dayanması mümkün değildi.

Özellikle 1950’li yıllarla birlikte bu Modern ve Antika kırması kapitalizmimiz dışa bağımlı ekonomik politikalarla nasıl ekonomimizi yaz-boz tahtasına çevirmişse, onun üstyapı kurumu olan eğitimin seyri de böyle olmuştur. 1950 DP iktidarı ile birlikte ABD Emperyalizmiyle tam bir göbek bağı kurulmuş, ülkemizin kaderi günümüze değin yerli-yabancı uluslararası tekellere terk edilmiştir. Demokrat Parti, iktidarı eline geçirir geçirmez, düşünen, sorgulayan, araştıran, üreten, birincil olarak kendi vatanını ve halklarını düşünen bireyler yetiştiren, KÖY ENSTİTÜLERİ’ni “Buralarda dinsizler, gomonizler” yetişiyor propagandası yaparak kapatmış; gericiliğin kalesi olan, şimdiki adıyla İmam Hatip Liseleri’ni kurmuştur. Ve insanların temiz din duygularını istismar ederek halkımızı bu kurumlara yönlendirmiştir.

Dolayısıyla,  Finans-Kapital + Tefeci-Bezirgân ittifakının siyasi yansıması DP iktidarı, Köy Enstitülerinin güdükleştirilmiş haline bile 4 yıl dayanabilir ve 27 Ocak 1954’te kapatılma fermanını yayımlarlar… Köy Enstitüleri Destanı böyle son bulur.

Peki Öğretmene, Öğretmenlik mesleğine neden bu kadar düşman olur (Antika-Modern) Sermaye?

Çünkü onlar sınıf çıkarlarına hizmet etmeyen, ona ters düşen her iyi şeyi yok etmek isterler. Başka türlü davranmak gelmez ellerinden. Sınıf karakterleri böyle emreder.

İşte bu nedenle, onlar Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mıza, onun önderi ve Başöğretmenimiz Mustafa Kemal’e, kurulan laik Cumhuriyet’in kazanımlarını halka taşıyan Cumhuriyet’in devrimci öğretmenlerine, Devrim Şehidi Kubilay’a, Hasan Ali Yücel’e, İsmail Hakkı Tonguç’a, bin yıllarca Anadolu Halkını inim inim inletenlerin “din bezirgânı sermaye sınıfı” olduğu bilincini onlara taşıyan halk önderi niteliğindeki Köy Enstitülü öğretmenlere, “Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir”, diyen Fakir Baykurt’a, TÖS’lü öğretmenlere hep düşmandırlar.

Köy Enstitülerinden bu yana Antika-Modern Parababalarının tüm azgın saldırılarına rağmen halkımızın hâlâ gönlünde ve gözünde öğretmenlik mesleğinin devrimci geleneği vardır. Onlar öğretmenliğin işte bu devrimci geleneğine düşmandırlar.  Onun kırıntısına dahi tahammülleri yoktur. İşte bu nedenle de bilinçli şekilde öğretmenlik mesleğini hiçe sayarlar ve onu yerle bir etmek isterler. Çünkü tehlikelidir onlar için bu gelenek.

Ancak sanmasınlar ki bu geleneği yok edebilecekler!

Bu geleneğin kararlı nice mirasçıları var ve onlar hâlâ mücadeleye devam ediyorlar. Ve hiç kuşku yok ki bu mücadele kazanılacak! 16/04/2018

Prof. Dr. Özler ÇAKIR

 Kaynakça

Erdem, A. R., Kıran, H. ve Kırmızı, F. S. (2011). Köy enstitüleri mezunlarının öğretmen yeterliklerine ilişkin nitel bir araştırma. E-Journal of New World Sciences Academy EducationSciences, 1C0308, 6, (1), 476-489.

Eren, M.A. Bir Eğitimcinin Düşünce ve Anıları. https://tr.scribd.com/document/28856089/M-Ali-Eren-An%C4%B1lar-IIt

Kıvılcımlı, H. (1974 a). Tarih Tezi. Tarih ve Devrim Yayınevi.

Kıvılcımlı, H. (1974 b). Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi. Tarih ve Devrim Yayınevi.

Kıvılcımlı, H. (2006). Tarih-Devrim-Sosyalizm. Derleniş Yayınları.

Kurtuluş Yolu Gazetesi ( 2015, Mart 2). Köy Enstitüleri Destanı Üzerine.

Tonguç, E. (2009). Bir Eğitim Devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları.

TÖS. (1969).  Devrimci Eğitim Şurası. TÖS Yayınları No:4. TÖYKO Matbaası.

Aralov, S. İ. (2008). Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923. Çev. Hasan Ali Ediz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

 

Sosyal Medyada Paylaşın: