DOLAR 34,8454 0.02%
EURO 36,8141 0.06%
ALTIN 2.980,120,15
BITCOIN 3407963-1.73488%
İstanbul
15°

AÇIK

06:22

SABAHA KALAN SÜRE

admin

admin

14 Mart 2018 Çarşamba

14 Mart Tıp Bayramında, Sağlıkçılar Mutsuz, Halkımız Hasta…

14 Mart Tıp Bayramında,  Sağlıkçılar Mutsuz, Halkımız Hasta…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

14 Mart Tıp Bayramında,  Sağlıkçılar Mutsuz, Halkımız Hasta…
AKP İktidarının “sağlıkta dönüşüm” diye geldiği yer, halkın sağlığının bozulması olmuştur.
Vatandaşların son 10 yıl içinde yılda kişi başına doktora başvurma sayısı beş kat, toplam sağlık harcamaları geçtiğimiz yıl 6 kattan daha fazla, yine vatandaşların sağlık için özel olarak yaptığı harcamalar beş kat artmış durumda. Avrupa’da yılda en çok tomografi ve MR’ın çekildiği ülkeyiz. Kişi başına antibiyotik ilaç kullanımında dünya birincisi olmuşuz. Özel hastanecilik memleketin en ücra köşesine kadar yaygınlaşmış. Pek çok özellikli ameliyat, kamu hastanelerinden çok özel hastanelerde yapılır olmuş. Bu durumda halkımız yine kendi cebinden sağlık harcaması yapmak zorunda kalıyor. Halk olarak sağlığımızdan değil, hastalığımızdan para kazanılan bir düzen oluşturulmuş durumda.

Hizmeti sunan Sağlık Emekçileri açısından meseleye baktığımızda, performansa dayalı ücretlendirme meslek gruplarını birbirine karşıt ve çatışır hale getirmiştir.  Doktorlar ile diğer sağlık çalışanlarının birlikte, ekip halinde hizmet üretmeleri zorlaşmıştır. Her meslek grubu içinde de performans yüzünden çatışmalar oluşmaya başlamıştır.
Kamu sağlık kurumlarında iktidarın sendikası, çalışanlar üzerinde baskı aracı haline getirilmiştir. Tabip Odaları üzerindeki baskılar artmış, Türk Tabipleri Birliği’nden “Türk” adı çıkarılması gündeme getirilmiştir. Oysa birkaç yıl önce hükümet, kamu kurumları isimlerinin başındaki “Türk” ve Türkiye ifadelerini kaldırmaya kalkmış, halktan gelen tepki üzerine vazgeçmişti. Bu şekilde kafa karışıklığı yaratılarak meslek odaları işlevsiz hale getirilmek istenmektedir.
Sağlıkta dönüşüm programı ilk uygulamaya başlandığında, programı ülkemize getirenler yazdıkları yazılarda, bu programın uygulanabilmesi için meslek grupları arasında ve her meslek grubunun da kendi içinde çatışmalar yaratmak gerekliliğinden söz etmişlerdi.  Bu plan aynen uygulanıyor.
Sağlıkta Dönüşümün son hamlesi Şehir Hastaneleri.  Vergilerimizden toplanan paralarla, yerli yabancı Parabalarına yaptırılan Şehir Hastaneleri, Sağlık Emekçileri ve Halk için büyük zorluklar yaratıyor. “Kamu Özel Ortaklığı” denilerek, işletmesi binayı yapan firmalara verilen hastanelerde kamu sağlık hizmeti anlayışı tamamen ortadan kalkıyor. Kâr etmeye odaklanmış bir sağlık hizmeti, vatandaşı daha çok hasta edecek. Sağlık Emekçine daha çok eziyet edilecek. Hasta garantisi olan bu hastanelerin zararı devlet bütçesinden karşılanacak. Şehir Hastaneleri açıldığında o şehirdeki, şehrin merkezindeki tüm büyük kamu hastaneleri kapatılıyor. Adana ve Mersin’de böyle oldu. Vatandaşın hastaneye ulaşması daha zor hale getirildi.  Eski hastanelerin yıkılması gündemde. Bu şekilde yeni rant alanları açılıyor. Özünde; kamu, bu şekilde 3 kez zarara uğratılmış oluyor.
Öbür yandan özel hastaneciliğin hızla gelişmesi sonucunda yüzbinlerce Sağlık Emekçisi bu kuruluşlarda çalışır hale geldi. Özel hastanelerde çalıştırılan doktorlar, kendi adlarına şirket kurmaya zorlanıyor, hastane doktorlarla hizmet alımı sözleşmesi yapıyor. Diğer emekçiler uzun çalışma sürelerinde asgari ücretin altına düşen ücretlerle kuralsız, sendikasız olarak çalıştırılıyorlar. Özel hastanelerin vatandaştan ek para almaları da yasal duruma getirildiği için, vatandaş çok zor durumda kalıyor.
Sonuç olarak sağlık alanında hizmeti veren de hizmeti alan da dertli. Bu işten kârlı çıkanlar ise Parababaları, ülkemize ilaç ve tıbbi araç gereç satan yerli yabancı tekeller…
Bu düzeni değiştirmek gerekiyor. Biz Sağlık Emekçileri, Emekçi Halkımızla birlikte bunu başarmak zorundayız. Eninde sonunda da başaracağız! 14 Mart 2018
Herkese eşit, ücretsiz sağlık hizmeti!
Halkçı Sağlıkçılar

Devamını Oku

Kadın Erkek El Ele Örgütlü Mücadeleye

Kadın Erkek El Ele Örgütlü Mücadeleye
0

BEĞENDİM

ABONE OL

1857 yılında ABD’nin New York kentinde dokuma işçisi kadınlar 8 saatlik iş günü, eşit işe eşit ücret, insana yaraşır çalışma koşulları talebiyle greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. Parababaları tarafından azgın sömürü düzenlerine kurban edildi dokuma işçisi kadınlar.

Bu sebeple 8 Mart içi boşaltılmış, düğün salonlarında göbek atılan, kadınlara hediyeler verilen gün değildir. 8 Mart ezilen, sömürülen tüm emekçi kadınların günüdür. 8 Mart mücadele günüdür.

Kadın sorunu birkaç yıllık mesele değildir elbet. İlkel Komünal Toplum’un Orta Barbarlık Konağı’nda, hayvanların evcilleştirilmesiyle birlikte sürüyü güden, çoğaltan ve bunun için savaşan erkek, toplumda güç ve saygınlık kazandı. Erkeğin toplumda güç ve saygınlık kazanmasıyla o güne kadar toplumu yönlendiren kadın, yavaş yavaş ikinci plana düşmeye başladı. Adına medeniyet dediğimiz sınıflı topluma geçişle birlikte kadının ezilmesi daha da katmerlendi.

Kapitalizmin gelişmesiyle ve sanayileşme ile birlikte büyük fabrikalar açıldı. Fabrika sahipleri yeni işverenler daha az ücret verip daha fazla kâr elde etmek için kadınları fabrikalarda çalıştırmaya başladılar. Kapitalist toplumlarda kadının ezilmesi ve sömürülmesi her geçen gün arttı.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2017 verilerine göre kadınların tarım sektöründe sayılarının arttığı belirtiliyor fakat ücretsiz, mevsimlik ve yarı zamanlı işlerde çalışan kadınların sayısı erkeklerden daha fazla.
Uluslararası tarım araştırmaları merkezi CARDA’ya göre tarlada kadınlar çalışsa bile, pazarlamayı yapan ve parayı kontrol eden erkekler.
Bu durum sadece tarım sektöründe yaşanmıyor. Dünya Bankası’nın 2016 yılında yaptığı bir analize göre ücretli işlerde kadının iş yükü ağır; düşük vasıflı işlerde kadınlar, az sayıdaki idareci pozisyonunda ise erkekler çalışmaktadır. Göstergeler aynı iş için kadınların erkeklerden daha az para kazandığını gösteriyor. 14 ülkede yapılan araştırmalar kadınların ortalama %28 daha az kazandığını ortaya koyuyor.

Ülkemizde ise kadınlar bir yanda kapitalist düzenin çarkları arasında ezilirken bir yandan da çocukları ile birlikte Ortaçağcı gericiliğin pençesinde acılar içinde kıvranıyor.
Boşuna demiyoruz: Şeriat Ortaçağ’dır.
AKP’giller ülkemizi Ortaçağ’a döndürebilmek için Cumhuriyetin tüm kazanımlarını yok etmekteler. Tüm kamu kurumlarını Ortaçağcılaştırmaktalar. FETÖ’cüler gitti, yerlerine Süleymancılar, İsmail Ağacılar, Menzilciler dolduruldu. Okullarımızda seçmeli din dersleri adı altında ABD-CIA İslamının ideolojisini benimsetecek dersler konuldu. Kadına şiddet, kadın cinayetleri, kadına ve çocuklara yönelik cinsel istismar olayları Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar arttı.
Türkiye’de 2010’dan bu yana 1964 kadın öldürüldü. Öldürülen her iki kadından birinin faili kocası veya erkek arkadaşıydı. En az 396 cinayet ayrılık veya boşanma aşamasında gerçekleşti. 355 cinayetin öncesinde kadınlar şiddet, taciz veya tehdide maruz kaldı. En az 237 cinayet kadınların güvenlik endişesiyle resmi bir başvuruda bulunduğu halde işlendi.
2017 yılında 409 kadın öldürüldü. 332 kadına cinsel şiddet uygulandı. 387 çocuk istismara uğradı.
Evet, çocuklarımız! Her çocuk istismarı haberi duyduğumuzda kanımız donuyor. En acısı da bu istismarların destekleniyor olması. Nasıl mı?
Diyanet’in yaptığı açıklama: “9 yaşındaki kız çocuğu evlenebilir, gebe kalabilir.”
İmam Hatip Lisesinde görevli bir öğretmenin beden eğitiminde eşofman giyen kız öğrencilerle ilgili olarak “ Kız öğrencilerin giydiği eşofman onları çıplak yapar” açıklaması.
Ortaçağcı sapkın düşüncelere sahip olanların çocuk istismarı ile ilgili “Dinen bunun adı şekerlemedir, bademlemedir” sözleri.
Ensar Vakfı’na ait bir yurtta 40 öğrencinin cinsel istismara uğraması ve AKP’nin eski aile bakanı Ortaçağcı Sema Ramazanoğlu’nun Ensar Vakfı’nı koruyucu “bir kereden bir şey olmaz” sözleri.
Adana’nın Aladağ ilçesinde 10 öğrencinin Süleymancılar’ın yurdunda yaşamını yitirmesi. Kız öğrencilerin namuslarını korumak gerekçesi ile yangın merdivenlerinin kilitli olması ve bu 10 yavrumuzun yangın esnasında dışarı çıkamadıkları için göz göre göre ölüme mahkum edilmesi.

Söz konusu örnekler saymakla bitmiyor. Peki bu vahim tablo karşısında çaresiz bekleyecek miyiz? Tabii ki hayır! Sonuna kadar mücadele edeceğiz.
Dünya ve ülkemiz tarihi mücadeleci kadınlarla dolu. İşte uluslararası kadın mücadelesinin unutulmaz devrimci önderleri Rosa Luxemburg, Clara Zetkin, Nadejda Kruspkaya! İşte Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda batılı emperyalistlere karşı savaşan, Şerife Bacı, Kara Fatma, Tayyar Rahime, Gördesli Makbule. İşte, son günlerde hileli iflasla işten çıkartılan ve haklarını almak için, onurları için mücadele eden Metro-Real’in yiğit kadın direnişçileri!

Bu topraklarda kadınlarımız, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda erkeklerle birlikte omuz omuza mücadele verdi. İçinde bulunduğumuz koşullarda bizlere düşen görev, İkinci Kurtuluş Savaşı vermektir. Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı kadın- erkek nasıl omuz omuza beraber verdiysek ve sonucunu zaferle taçlandırdıysak, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da aynı karar ve azimle beraberce mücadele vererek zaferle taçlandırmalıyız.

Kadının kurtuluşu ne kadını aşağılayan Şeriatta, ne erkek düşmanlığı yaparak bu düzende de kadının kurtulabileceğini savunan Feminizmdedir. Kadının kurtuluşu İşçi Sınıfının kurtuluşuyla birlikte Demokratik Halk İktidarındadır.

Bugün 8 Mart!
Bugün mücadele günü!
Yaşamın yarısı kadınlarsa, mücadelenin de yarısı onlar olmalıdır!
Kadın erkek el ele örgütlü mücadeleye!
Halkçı Kamu Emekçileri                                                    08.03.2018

Devamını Oku

3 Mart’ın Üç Devrimini İlelebet Yaşatacağız!

3 Mart’ın Üç Devrimini İlelebet Yaşatacağız!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

3 Mart’ın Üç Devrimini İlelebet Yaşatacağız!
Mustafa Kemal ve Silah Arkadaşlarının önderliğinde, Türküyle Kürdüyle, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle yiğit halkımızın eseri olan Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız zaferle sonuçlandı, bugünden 96 yıl önce, dünyada ilk olarak. Sonrasında yurdumuzun tam bağımsızlığını sağlamak, halkımızın insanca, hak ettiği şekilde yaşamasını sağlamak isteyen, ömrü cephelerde geçmiş Mustafa Kemal kolları bir kez daha sıvadı ve bir dizi devrimci, ilerici hareket başlattı. 
Ancak emperyalist haydutlar rahat durmuyorlardı ve o dönem emperyalistlerin jandarmalığını yapan İngiltere Lozan Barış Görüşmelerine yerli işbirlikç

ilerini, yani İstanbul Hükümetini de çağırdı. Cephede kaybettikleri savaşın acısını Lozan’da çıkarabileceklerini sanıyorlardı. Buna ulaşmak içinse saltanat budalalarından daha iyisini bulamazlardı. Mustafa Kemal manda ve himaye kabul edilemez derkenki azim ve kararlılığıyla, uzun tartışmalar sonucu 1 Kasım 1922’de TBMM’nin saltanatı kaldırmasını sağladı. Hain ve korkak Vahdettin kararın hemen öncesinde İngiliz zırhlısı Malaya ile Türkiye’den kaçtı.  TBMM Vahdettin’in yerine hanedandan Abdülmecit Efendi’yi halife seçti. 

18 Kasım 1922’de TBMM’nin gizli oturumunda Mustafa Kemal halifenin yetkileri konusundaki fikrini şu şekilde açıkladı. Kendi ağzından okuyalım:
“… Türkiye halkının kayıtsız şartsız egemenliğine sahip olduğunu bir defa daha ve kesinlikle tekrar ediyorum.  Egemenlik hiçbir anlamda, hiçbir biçimde ve hiçbir renkte ve belirtide ortaklık kabul etmez.  Unvanı halife olsun,  ne olursa olsun hiç kimse bu milletin kaderinde ona ortak olamaz. Millet buna kesinlikle izin veremez. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz.” (Nutuk, II. Cilt s. 699-700)

Açıkça görülmektedir ki Mustafa Kemal “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” derken laf salatası yapmamıştır. 
Yurtta bir devrimci mücadeleye girişilmişti ve bunun önüne çıkabilecek her türlü engel kaldırılmalıydı. Bunun için 3 Mart 1924’te Üç Devrim Yasası kabul edildi. Bunlar:
1)        Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkartılmasına dair yasa,
2)        Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun (Öğretim Birliği) kabulü,
3)        Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Bakanlıklarının kaldırılmasına dair yasa.
Halifeliğin kaldırılmasıyla devlet yönetimi laikleşmiştir.
Peki, laiklik neden bu kadar önemlidir?
Laiklik yoksa şeriat vardır ve şeriat Ortaçağ’dır. Ortaçağ’ın din savaşları bataklığıdır. Tüm şeriat örgütlenmeleri toplumu kendi anlayışıyla kuşatır ve bu anlayış doğrultusunda devleti ele geçirip yönlendirmeyi, yönetmeyi ister.  Bunu yaparken de onlara güç verecek hiçbir desteği geri çevirmezler. Bu yüzdendir ki emperyalist çakallar gözlerini diktikleri yerlerde en çok bunları destekler ve her istediklerini yaptırırlar. Amaçları; halkı ezmek; yani yoksulluk içinde yaşatmak, hurafelerle uyutmak koşuluyla örgütlü halkın gücüne olan bilincini, inancını kırarak kaçınılmaz olan devrimden uzaklaştırmak ve halklar arasına nifak sokarak halkların kardeşliğini bozmak ve sonunda da ülkeleri küçük parçalar halinde midelerine indirmektir.  Yurdumuzu bir virüs gibi sarmış olan tarikatlar da bunlara hizmet eder. Yani halk düşmanıdırlar.
Tevhid-i Tedrisat Kanununun kabulü ile Türkiye’deki tüm okullar Maarif Vekâleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmış, tüm mektep, tekke, zaviye ve medreseler kapatılmış, eğitim öğretim bilimselleşmiş, kız ve erkek çocuklar arasındaki ayrım kalkmış, eğitim öğretim yaygınlaşmış ve laikleşmiştir. Hiç şüphesiz İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel’in inşa ettiği yarım kalan mucize Köy Enstitüleri bu kanunun kabulünün yarattığı ortamda hayat bulmuş ve yurdun her köşesinde yoksul halk çocuklarına ışık olmuştur, ekmek olmuştur. Tüm olanaksızlıklara rağmen çok kısa zamanda neler yapılabileceğinin göstergesi olmuştur. Adeta cehaletten, karanlıktan kurtulma savaşı olmuştur ve maalesef yarım kalmıştır bu savaş.  Başrollerde yine haydutlar vardır ve piyonları yine aynıdır. Amaçları da aynıdır; biricik yurdumuzu ve halkımızı karanlıklar içinde, paramparça hale getirmek ve orada öyle tutmak.  AKP’giller’in uyguladığı, durmadan değiştirip durduğu tüm eğitim politikaları, tarikatları desteklemesi hep bundandır. Çünkü emperyalistlerin işbirlikçisidir ve en az onlar kadar halk düşmanı ve kan emicidir.
Osmanlı Devleti’nde Şeriye Bakanlığı, kişiler arasındaki ilişkileri İslam dininin şeriat kurallarına göre düzenleyen, bu kuralları oluşturan bir bakanlıktı. Yani toplumsal, sosyal ilişkilerin şeriata uygun yapılmasından sorumluydu. Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yasa yapma yetkisi TBMM’ye aitti. Şeriye Bakanlığı’nın kaldırılmasıyla kişiler arası iş ve işlemlerin ve devlet iş ve işlemlerinin şeriata göre değil laik hukuk kurallarına göre karara bağlanması hedeflenmiştir.
Elbette 3 Mart 1924’te bu kanunları sadece 3 ret oyuna karşılık kabul edenler; o zamandan bu zamana bağımsız mahkemelerin yerinde yeller estirecek, AKP’giller’in Reisinin önünde cübbesini iliklemeye çalışacak kadar alçalacak, onursuz hukukçuların peydah olacağını bilemezlerdi. Hukukun, kanunların kişiye göre değiştirilebileceğini, güçlünün “haklı” çıkmasının çok kolay olacağını da…
Ancak Halkçı Kamu Emekçileri olarak,
Sözümüzdür; 3 Mart’ın Üç Devrim Yasalarını, Laik Cumhuriyeti’ ortadan kaldıranlardan hesabını soracağız.
Sözümüzdür; laiklik her türlü manevi sömürüyü ortadan kaldırmak için en güçlü silahımızdır, vazgeçmeyiz!
Sözümüzdür; her türlü maddi sömürüyü devrimciliğimizle boğacağız!
Sözümüzdür; biricik yurdumuz ve Ortadoğu coğrafyasında iğrenç emeller güden AB-D Emperyalistlerinin, Halklarımızı birbirine kırdırma projesinin Eşbaşkanlarının pisliklerini nefesimiz yettiğince haykıracağız ve zafere kadar mücadeleyi bıkmadan, usanmadan, yılmadan devam ettireceğiz. 3 Mart 2018
Halkçı Kamu Emekçileri

Devamını Oku

Çürütücüsünüz! Öğretmenlik Mesleğini De Çürütmek İçin Elinizden Geleni Yapıyorsunuz Ama Buna İzin Vermeyeceğiz!

Çürütücüsünüz! Öğretmenlik Mesleğini De Çürütmek İçin Elinizden Geleni Yapıyorsunuz Ama Buna İzin Vermeyeceğiz!
0

BEĞENDİM

ABONE OL
AKP’giller iktidara geldikleri 2002 yılından bu yana, çürütmedikleri hiçbir kurum, hiçbir değer bırakmadı. Bu hayasızca saldırıların en önemli hedeflerinden birisi de eğitim oldu. Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın ürünü olan laik cumhuriyetin eğitimle ilgili ne kadar önemli kazanımı varsa,  ilköğretimden yükseköğretime kadar kerte kerte ortadan kaldırdılar. İşe önce öğretmeni öğretmenlikten, öğrenciyi de öğrencilikten çıkaran 4+4+4 uygulaması ile başladılar. Ardından, Milli  Eğitim  Bakanlığına Bağlı Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Görevlendirilmelerine İlişkin Yönetmelik ile eğitim sistemimizin biçimini, içeriğini ve kadrolarını tamamen değiştirmeye, ilerici değerlere sahip çıkan bütün eğitim emekçilerini tasfiye etmeye yönelik adımlar attılar; bu doğrultuda 7 bine yakın okul müdürünün görevine son verdiler,  yerine AKP yandaşı (Eğitim-Bir Sen’li) müdürleri getirdiler. TEOG uygulaması yoluyla halk çocuklarını, gençlerimizi imam hatiplere mahkum ettiler. Okullar açmak yerine 2012 yılından bu yana kapattıkları okul sayısı 4 bin 22 oldu, devlet yurtları açmak yerine cemaat yurtlarının önünü açtılar.
Bu da yetmedi, tüm okulları imam hatipleştirdiler. “Eğitim Programlarını Yeniliyoruz” kisvesi altında, program içeriklerinde laik ve bilimsel eğitim adına geriye kalan her şeyin izini tozunu ortadan kaldırdılar. Örneğin, programları sadeleştirme uydurmacasıyla biyoloji dersi iki saate indirilip, içeriğinden Evrim Kuramı çıkarılırken; Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi dersinin saatini arttırdılar. Bu da yetmiyormuş gibi “Seçmeli” ders adı altında  zorunlu olarak fazladan din dersleri öğrencilere dayatıldı. Bu dersler yoluyla, dogmatik ve metafizik öğretiden başka bir seçenek bırakılmadı çocuklarımıza.

 “Değerler Eğitimi” adı altında insana, insan onuruna, vicdana, ahlaka dair ne kadar değer varsa çürüttüler. Eğitim sistemimizi bir yandan Ortaçağcılaştırırken, okullarımızı da çeşitli cemaat ve tarikatların cirit attığı Peşaver medreselerinden farksız hale getirdiler. Bu okullarda bir yandan zihinleri tahribata uğratılan çocuklarımızı-gençlerimizi dindar ve kindar, cihatçılar olarak yetiştirirken; bir yandan da onları emperyalist sömürüye boyun eğen, onun egemenliğini kabul eden “hülooğğ”cularhaline getirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Ülkemizin her yanını Kur’an kurslarıyla, sıbyan mektepleriyle, tarikatlarla, TÜRGEV, ENSAR, HAYRAT gibi gerici örgütlenmelerle donattılar. Çocuklarımızın masumiyetlerine saldırıyı, ruhlarını onmaz biçimde yaralamayı, tecavüzü, geleceklerini karartmayı meşrulaştırdılar; TBMM’de bu insanlık suçunu “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek ‘AK’ladılar! Ne yazık ki yoksul halk çocukları ‘okuyup adam olabilmek’ uğruna bu kahrolası tarikat yuvalarına mahkum edildiler. Ruhları yanmaktan kurtulan yavrularımızın, umutları uğruna bedenleri yandı bu cehennem zebanilerinin elinde. Adana Aladağ’daki yurt yangınında yanarak yaşamını yitiren ortaokul öğrencisi Cennet Karataş’ın günlüğünden bir sayfa yayınladı. (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/933812/Aladag_daki_yurt_yangininda_olen_ogrencinin_gunlugu_ortaya_cikti__Suleymancilara_gidiyorum….html).Yavrumuzun yazdıkları dile getirdiğimiz acı gerçekliği somutlarken, yüreğimizi de bir kez daha yaktı: “Bugün okula gitmem için 8 günüm kaldı. 4’üncü sınıfı bitirdim. 5’inci sınıfa geçtim. Aladağ’a Süleymancılara gidiyorum. Annem ve babam benim için her şeyi yapıyorlar. Ben de okumak için her şeyi yapıyorum. Eğer ben okursam kardeşlerimi de okuturum. Okumak için elimden gelen imkanları değerlendireceğim.”
Medyada da yer alan son bilimsel veriler, günümüzde 1 milyon çocuğun tarikatların elinde olduğunu, medreselerin yoğunlaştığı illerin okulöncesi eğitimde Türkiye ortalamasının altında olduğunu, çünkü medreselere kaydolma yaşının, bazı bölgelerde 3’e kadar düştüğünü ortaya koyuyor (https://odatv.com/feto-ve-tarikatlar-turkiyeyi-boyle-ele-gecirmis-14021848.html .)
Milli Eğitime bütçeden ayrılan pay, Cumhuriyet döneminin en düşük seviyesine ulaşıyor, tüm eğitim yatırımları duruyor, sınıflar eğitim yapılamayacak kadar kalabalıklaşıyor,  çocuklarımız okulsuz ve öğretmensiz bırakılıyor. Devletin bütçesinden özel okullara gönderilecek her öğrenci için 3-5 bin TL tutarında destek primi verilerek, devletin kaynakları özel okullara fütursuzca aktarılıyor. Devlet okulları ise halktan alınan bağış adı altındaki “HARAÇ”larla ayakta durmaya çalışıyor. Halkın çocuklarının okuduğu bu okullar adeta üvey evlat muamelesi görüyorlar. Kısacası, halkımızın eğitimi parababalarının azgın soygun ve sömürü düzenine terk ediliyor.

Tüm bunların sonucu olarak, PISA ve TIMSS gibi uluslararası sınavlarda öğrencilerimizin aldıkları puanlar, eğitimdeki kara gerçekliğimizi ortaya koyuyor. Türkiye yine OECD ülkelerinin gerisinde kalıyor. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) üç yılda bir hazırladığı Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) 2015 sonuçlarına göre Türkiye, PISA 2012’ye göre ortalama 7 sıra düşerken, en çok kayıp ise okuma ve fen bilimlerinde meydana geliyor. Türkiye, 70 ülke arasında fen bilimlerinde 52’inci, matematikte 49’uncu, okumada da 50’inci sırada yer alıyor (http://www.sozcu.com.tr/2016/egitim/pisa-2015-sonuclari-turkiye-okudugunu-anlamiyor-1551310/).

Ataması yapılmayan yüzbinlerce öğretmen hâlâ atanmayı bekliyorken 2018 yılı itibarıyla öğretmensiz okul sayısı hızla artmakta ve buna çözüm olarak da halkımıza sabahın köründe başlayıp akşam karanlığında sona eren ikili öğretim dayatılmaktadır. Sistemdeki öğrencilerimiz, düşünemeyen, sorgulayamayan, çaresiz, hedefi olmayan, ruh sağlıkları bozuk, her an patlamaya hazır insanlar haline geliyor.

Eğitim sisteminin en önemli üç bileşeninden öğrenci ve program unsurlarını yukarıda dile getirdiklerimizle sınırlı kalmayacak denli çürüten, öğüten, yok eden AKP’giller, amacına ulaşmak için üçüncü temel unsur olan öğretmene de saldırmamazlık edemezdi. Nitekim iktidara geldikleri günden bu yana öğretmene ve öğretmenlik mesleğine yönelik saldırılarını, itibarsızlaştırma politikalarını ara vermeksizin planlı olarak ve pervasızca sürdürdüler. Bu saldırılar saymakla bitmez; ama önemli olanlarını anımsayalım:
Köy Enstitülerinin günümüzdeki son izi olan Anadolu Öğretmen Liselerini kapattılar; bakkal dükkânı açar gibi Eğitim Fakülteleri açtılar. Bu fakültelerde devşirme personelle ‘öğretmen eğitimi’ yaptılar. Öğretmenlik formasyonunu ‘Yaşam Boyu Eğitim’ adı altında, herkesin yapabileceği bir iş statüsüne indirgemeye çalıştılar. İşsizlik cenderesinde kıvrandırdıkları üniversite mezunu gençlerimize formasyon programları yoluyla umut tacirliği yaparak “Atan(a)mayan Öğretmenler” faciasını yarattılar. Bu durumdaki öğretmenlerin sayısı 500 binlere yaklaştı. Bu süreçte ataması yapılmayan 50’den fazla öğretmen intihar etti. Büyük bir kısmı ise hayatlarını onurluca kazanmak için herhangi bir sosyal güvenceden yoksun olarak, boğaz tokluğuna çeşitli işlerde (inşaat işçiliği, kâğıt toplayıcılığı, pazarcılık, temizlik işçiliği) veya özel sektörde çok düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldılar. Bir kısmı ise bu süreçte ne yazık ki iş cinayetlerine kurban gitti. 

Daha trajik olanı ise AKP’gillerin Milli Eğitim Bakanları televizyon kanallarında, milyonların önünde onlar için utanmazca şu sözleri sarf ettiler.
“Atanamayan öğretmenler başka mesleklere yönelsinler.”, “Ben öğretmen adaylarını Eminönü’nde bekleyen güvercinlere benzetiyorum. Bekliyorlar ki önlerine birisi yem atsın.”,
“Gösterişçi intihar eylemi diye bir sendromdan bahsediliyor. Aslında niyeti olmadığı halde etrafında ilgi uyandırmak veya ilgi çekmek veya isteklerinin yerine gelmesini sağlamak amaçlı.” 
Bütün bunlar yetmedi, AKP’giller, Atan(a)mayan Öğretmenlerimize Sözleşmeli ve Ücretli Öğretmenlik idam gömleğini giydirdi. Kısacası, ölümlerden ölüm beğenin dediler binlerce genç öğretmenimize. Bu ekonomik şartlar altında esnek-güvencesiz çalıştırma politikalarıyla sistemin kölesi haline getirilmeye çalışıldı atanamayan öğretmenler.

KPSS cenderesini aşarak atanabilenler ise, Aday Öğretmenlik Süreci, Performansa Dayalı Ücretlendirme, Kariyer Basamakları gibi öğretmeni canından bezdiren uygulamalarla karşılaştılar.
AKP’giller, öğretmeni diğer çalışanlarla, velilerle karşı karşıya getirmek, onları hedef tahtası yaparak itibarsızlaştırmak için diğer memurların haftada 40 saat, öğretmenlerin ise 15 saat çalıştığı, çok fazla tatil yaptıkları, buna karşın yüksek maaş aldıkları sahte söylemini avaz avaz bağırdılar. Alo 147 uygulaması ile öğretmenleri velilere şikayet ettirerek, soruşturmalar açarak mobbing uyguladılar.

Tüm bu saldırılarla öğretmenlik mesleğini iğdiş ederek, meslek ve insan onurunu ayaklar altına almayı hedeflediler. Halkçı Kamu Emekçileri olarak daha önce de vurguladığımız gibi, bir yandan öğretmenliği piyasa ihtiyaçlarına göre şekillendirmeyi amaçlayan sözüm ona “performans değerlendirmesi” ile kapitalist sömürü dünyası memnun edilirken, diğer yandan öğretmenlerin AKP’gillerin Ortaçağcı emellerinin hizmetinde olan; fikri, irfanı, vicdanı esaret altına alınmış; sayıları yüz binleri bulan “EBS’li köleler”e dönüştürülmesi amacını güttüler.
Bu hainane amaçlarına hizmet edecek en son uygulamalarını ise Milli Eğitim Bakanlığı eliyle “ Öğretmen Strateji Belgesi” adı altında 9 Haziran 2017 tarih ve 30091 sayılı Resmi Gazetede yayımlayarak piyasaya sürdüler. Söz konusu belgede dile getirilenler de aynen eğitimimizde yukarıda dile getirdiğimiz facialara yol açan 2005 ve 2017 yılları eğitim programları değişiklerinin sunuş kısmına koydukları gibi bezirganca hazırlanmıştır. 
Hatırlayalım, 2005 programına öyle cilalı bir sunuş hazırlamışlardı ki sanırsınız en bilimsel süreçleri kullanarak bir program geliştirilmiş; ezberci eğitimden vazgeçilecekmiş, öğrenci merkezli eğitim yapılacakmış, yaparak yaşayarak öğrenme ilkesi hayata geçirilecekmiş, öğrencilerin problem çözme, eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme, vb becerileri geliştirmesi sağlanacakmış… Bunlar yazıyordu 2005 yılında hazırlanan programda. Programı, “eğitimi çağdaşlaştırıyoruz, modernleştiriyoruz” çığırtkanlığıyla sunmuşlardı. 2017 programları da çok güzel makyajlanmıştı. Örneğin, Biyoloji Programında, programın temel felsefesi ve genel amaçları bölümünün altında yer alan ifadelerden bir tanesi şöyleydi: 
“Bilgi ve teknoloji çağındaki gelişmeleri yakalayabilmek; üreten, düşünen, sorgulayan, yeniliklere açık bireylerin yetiştirilmesi ile mümkün olacaktır”. Amma velakin, bugün modern biyoloji biliminin temelini oluşturan Evrim Kuramını programdan çıkarmışlardı.
AKP’giller, ait oldukları sınıfın karakteri gereği halkımızı aldatmak için nasıl ki din bezirganlığı yapıyorlarsa,  şimdi de bu Öğretmen Strateji Belgesi’nde “bilim bezirganlığı” yapıyorlar. Bu nasıl bir düzenbazlık ve ikiyüzlülüktür! Sanki 16 yıldır iktidarda kendileri yokmuş gibi, sanki öğretmen yetiştirme dahil tüm eğitimimiz kendileri tarafından yerle yeksan edilmemiş gibi! 
Öğretmen Strateji Belgesi’nde sıralanan ve öğretmenlik mesleğini toplum nezdinde yeniden saygın bir meslek haline getirmek, nitelikli öğretmenler yetiştirebilmek için gerekli olan ulvi(!) amaçlar ve hedefler nelermiş bakın hele: 
1.                      Amaç: Yüksek nitelikli, iyi yetişmiş ve mesleğe uygun bireylerin öğretmen olarak istihdamını sağlamak
Bu amaçla ilişkili hedefler;
· Öğretmen yetiştirmeye yönelik programlarda eğitimleri iyileştirmek
· Üniversite mezunları arasından öğretmenlik mesleğine en uygun olanları seçmek
2.                      Amaç: Öğretmenlerin kişisel ve mesleki gelişimini sürekli kılmak
Bu amaçla ilişkili hedefler;
·Öğretmenlerin gelişim ihtiyacını tespit için periyodik olarak yapılacak bir performans değerlendirme sistemini hayata geçirmek
·Adaylık sürecinden itibaren öğretmenlerin kişisel ve mesleki gelişim faaliyetlerinin niteliğini arttırmak
3.                      Amaç: Öğretmenlik mesleğine yönelik algıyı iyileştirmek ve mesleğin statüsünü güçlendirmek
 Bu amaçla ilişkili hedefler;
· Öğretmenlik mesleğinin statüsünü güçlendirmek
· Öğretmenlerin çalışma şartlarını iyileştirmek
· Kurumlar ve bölgeler arası farklılıklara göre iyileştirici tedbirler almak
· Kariyer ve ödüllendirme sistemini geliştirmek
Bu ulvi(!) amaçlara ulaşmak için en önemli ve en öncelikli yapılacak iş ise “Öğretmenlerin gelişim ihtiyacını tespit için periyodik olarak yapılacak bir performans değerlendirme sistemini hayata geçirmek” oluyormuş!
Performans değerlendirmenin amacı ise,aday öğretmen ve öğretmenin; Görevindeki gayret, verimlilik ve başarısının tespit edilmesi, Bilgi ve beceri düzeyinin belirlenerek, gerekli eğitim ihtiyacının tespit edilmesi ve buna yönelik tedbirlerin alınması, Ödüllendirilmesinin sağlanması” oluyormuş!
İlgili taslakta çeşitli düzeyler için hazırlanmış formlarda sayfalar dolusu performans göstergeleri hazırlanmış. İlgi duyanlar inceleyebilirler (bkz. Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Performans Değerlendirme ve Aday Öğretmenlik İş ve İşlemleri Yönetmeliği-Taslak).
Kimler yapacakmış bu değerlendirmeyi? Öğretmenin; görev yaptığı eğitim kurumunun (çok nitelikli, nesnel, şeffaf davranabilen yandaş) müdürü, mesai arkadaşını değerlendirmesi ile kendi aralarındaki yardımlaşma ve dayanışma ruhu yok edilerek birbiri ile düşman hale getirilmesi hedeflenen diğer öğretmenler, ilkokuldan lise düzeyine kadar-sistem içinde meczuplaştırılan, bunaltılan, düşünemeyen, sorgulayamaz, okuduğunu anlayamaz, sorun çözemez hale getirilen ve yaşadığı tüm bu sorunların baş sorumlusu olarak karşısındaki öğretmeni gören ve tüm öfkesini ona yönlendiren öğrenciler; açlık ve yoksulluk sınırında aldıkları ücretlerle yaşam mücadelesi veren, kendileri de bu eğitim(sizlik) sürecinin kurbanı olan, belki de çocuğunun okuluna bile hiç gitme fırsatı bulamamış, düzenin cenderesi altında inim inim inleyen veliler bunların bir kısmı.
Nasıl değerlendirilecek öğretmenin performansı?
Örneğin yukarıda belirttiğimiz durumdaki her düzeydeki değerlendiriciler ilgili öğretmenin
 “ Türkçeyi güzel ve anlaşılır” biçimde “çok az, az, orta, iyi veya çok iyi” düzeyde konuştuğunu belirleyecekler. Bunlara kargalar bile güler be!
Biz onların ne yapmak istediklerini çok iyi biliyoruz. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi Ortaçağcı düşünce kalıplarına sahip AKP’gillerden bilimsel bir yaklaşım geliştirmesi beklenemez. Dolayısıyla AKP’gillerin yapacağı, daha doğrusu sınıf karakterleri gereği yapabilecekleri, bilim kalpazanlığı, bezirganlığıdır. Öğretmeni öğretmene, öğrenciyi öğretmene, öğretmeni veliye düşmanlaştırmayı hedefleyen bu çalışma, AKP’giller tarafından adım adım yok edilen öğretmenlik mesleğinin statüsü ve onuruna son darbeyi vuruyor! Bu taslakla AKP’giller kendi istediği ‘Makbul Öğretmen’i yaratmayı amaçlıyor.

Peki Öğretmene, Öğretmenlik mesleğine neden bu kadar düşmandır AKP’giller?
Yeryüzünde antika tarihte ortaya çıkan ilk sömürgen sınıftır o. Asalaktır, gericidir, insana yaraşır ne varsa şu yeryüzünde onun düşmanıdır. Sınıf karakteridir bu. Sınıf çıkarlarına hizmet etmeyen, ona ters düşen her iyi şeyi yok etmek isterler bunlar. Başka türlü davranmak gelmez ellerinden, ellerine ne geçerse çürütürler.
İşte bu nedenle, onlar Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımıza, onun önderi ve Başöğretmenimiz Mustafa Kemal’e, kurulan laik cumhuriyetin kazanımlarını halka taşıyan cumhuriyetin devrimci öğretmenlerine, Devrim Şehidi Kubilay’a, “ Elimden gelse bütün dünya okullarının programlarına insanın insanı sömürmemesi adlı bir ders koyardım” diyen İsmail Hakkı Tonguç’a, Hasan Ali Yücel’e, bin yıllarca Anadolu halkını inim inim inletenlerin ‘din bezirganı sermaye sınıfı’ olduğu bilincini onlara taşıyan ahlâklı birer halk şefi niteliğindekiKöy Enstitülü öğretmenlere, Öğretmen yalvarmaz, öğretmen boyun eğmez, öğretmen el açmaz, öğretmen ders verir” diyen Fakir Baykurt’a, TÖS’lü öğretmenlere hep düşmandırlar.

AKP’gillerin tüm azgın saldırılarına rağmen halkımızın hâla gönlünde ve gözünde öğretmenlik mesleğinin devrimci geleneği vardır. Onlar öğretmenliğin işte bu devrimci geleneğine düşmandırlar.  Onun kırıntısına dahi tahammülleri yoktur. İşte bu nedenle de bilinçli şekilde öğretmenlik mesleğini hiçe sayarlar ve onu yerle bir etmek isterler. Çünkü tehlikelidir onlar için bu gelenek. Onların hain Ortaçağcı emellerine ulaşmada engeldir bu gelenek.

Sanmasınlar ki bu geleneği yok edebilecekler. Bizler Halkçı Eğitim ve Bilim Emekçileri olarak, bu geleneğin mirasçılarıyız. Bizler İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız.
 And olsun ki bu savaş er ya da geç zaferle ve sosyal kurtuluş ile taçlandırılacak,
İşte o gün geldiğinde, Halkın İktidarında, öğretmenlik mesleği de hak ettiği onura kavuşacaktır.
İnsan sevgisi ile dolu, aklı ve bilimi temel alan devrimci öğretmenlerimizin ellerinde, eğitim-bilim kurumlarımızda laik ve bilimsel eğitim verilecek,
Çocuklarımızın aklı özgürleşecek ve onlar insana, doğaya, hayvana dost olan erdemli, üretken insanlar olarak yetişeceklerdir.  
Halkçı Eğitim ve Bilim Emekçileri                                                   28.02.2016
 

Devamını Oku

Ölümünün 57.Yılında Hasan Ali Yücel’i Saygıyla Anıyoruz

Ölümünün 57.Yılında Hasan Ali Yücel’i Saygıyla Anıyoruz
0

BEĞENDİM

ABONE OL



BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM…
Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim
Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi
Atlastan bakardım nereye gitti
Öyle öyle ezberledim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu
40’ı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a
Bir helalleşmek ister elbet, diğmi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim…
Ünlü şair Can Yücel’in yukarıdaki dizelerinde sevgi ve özlemle bahsettiği kişi; “İnsan olarak yaşayabilmek için hava, su gibi doğal koşullar arasında eğitim öğretim ve kültür de bulunacak!” şiarıyla bir döneme damgasını vuran eski Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’dir. Bugün aramızdan bedence ayrılışının 57. yıldönümü. Cumhuriyet Döneminin seksenden fazla görev yapmış mili eğitim bakanından Yücel’i farklı kılan nedir?

Öncelikle O, felsefe eğitimi almış bir kişiydi. Diyeceksiniz ki bu neden önemli? Böyle bir eğitim o dönem için bir insanın olaylara eleştirel, bütüncül, tutarlı ve sistematik bakmasını sağlamıştır.
Ama her şeyden önemlisi O, bir öğretmendi. Bakanlığın başına meslekten birinin, okulu- öğrencileri- sınıfı bilen birinin, yani eğitim camiasından birinin gelmesi öğretmenlerin hep özlemini çektiği bir durumdu. Tebeşir tozu yutmuş, teoriyi bildiği kadar, okulların, öğretmenlerin ve eğitim hayatının sorunlarını da bilen, onları anlayan birinin, Milli Eğitim Bakanı olması büyük bir olaydır.
26 yaşında henüz çiçeği burnunda bir öğretmenken 2 Şubat 1923’te Atatürk’ün yaptığı bir toplantıya katılır ve O’na sorar:
“Bir yanda modern eğitim, bir yanda medreseler, ikili eğitim ne kadar sürecek?
Yıllar su gibi akar geçer. Kendisi 33 yaşında bir eğitim müfettişidir. Atatürk, yurt gezisinde eğitimle ilgili araştırmalar yapacak bir kişi ister. Bakanlık O’nu verir. Genci gören Atatürk İzmir’de kendisine eğitimdeki iki başlılığı soran kişiyi tanır. O kişi Hasan Ali Yücel’dir.
Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Mili Eğitim Bakanı olur.
Yücel, İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte Köy Enstitülerinin mimarlarından olma şerefine nail olan unutulmaz Milli Eğitim Bakanıdır. 1 Aralık 1897’de dünyaya gelip 26 Şubat 1961’de bu dünyadan bedence göçmüştür.
28.12.1938 ve 05.08.1946 yılları arasında 7 yıl, 7 ay, 7 gün bakanlık görevinde bulunmuştur.  Yaşadığı yıllar boyunca Kurtuluş Savaşından yeni çıkmış bir ulusun eğitim ve kültür alanındaki gelişiminde devrim niteliğinde yenilikler yapmıştır.  Hiç şüphesiz en büyük eseri Köy Enstitüleri olmuştur.  Bu kurumların kuruluşlarını ve çalışmalarını bizzat kendisi yakından takip etmiştir. İşte birkaç canlı tanıklık.
Kepirtepe Köy Enstitüsü 1945 yılı mezunu Rüştü Güvenç anlatıyor:
“1944 yılı, sınıf arkadaşım Hasan Türkel ile birlikte sınıflarımızın süpürgeliklerinin üstüne, çiçek motifleri yapıyoruz. Gündüz derslikler dolu olduğu için gece çalışıyoruz. Saat 02.00 sıraları. Herkes uykuda. Arkamızdan “kolay gelsin” diye tok bir ses duyuyoruz. Başımızı çevirdiğimizde karşımızda Hasan Ali Yücel’le İsmail Hakkı Tonguç’u görüyoruz. Gelişlerinden kimsenin haberi yok.  Köylerimizi, köyümüzden okulda kız öğrenci olup olmadığını, yaptığımız işi soruyorlar ve bir süre bizimle sohbet ediyorlar. Nöbetçi öğretmene haber veriyoruz.”
Diğer bir anı da Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencisi Ali Çuhadır’dan:
“Okula gelişimin ilk yılı. Okul basımevinde nöbetçiyim. Sabahları erken kalkıp sobayı yakmam gerekiyor. Köyde tezek sobası çok yaktık ama kömür sobası kullanmadık. Öğretmenim nasıl yakılacağını anlattı ama yakmakta zorlanıyorum. Gazetelerle tutuşturmaya çalışıyorum. Elimdeki kibritler bitmek üzere. Arkamdan bir ses duydum. Başımı kaldırdım. Karşımda bir amca duruyor. Ve beni izliyor. Sobayı yakamadın, birlikte yakalım mı? diyor. Sobadaki kömürleri birlikte boşaltıyoruz. Köşede duran tahta parçalarından getirmemi istiyor. Altına tahtaları koyarak sobayı tekrar birlikte dolduruyoruz. Gazete ile tutuşturuyor. Biraz bekliyoruz soba yanmaya başlıyor. Nereli olduğumu, okulumuzda kız öğrenci olup olmadığını soruyor. Yok diyorum Bu sırada nöbetçi öğretmenim geliyor. Amcayı görünce önünü ilikliyor. Saygıyla ‘Hoşgeldiniz!’diyor. Yanımdan ayrılıyorlar. Öğretmenimin eteğini tutarak ‘Amca kim?’diyorum. “Mili Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel diye cevap veriyor. Şaşırıp kalıyorum.(Nedim Menekşe -Sahife)
İşte yukarıdaki şiirde Can Yücel’in ‘hep gidici’dediği Hasan Ali Yücel. Kendisi sadece bir eğitimci değil aynı zamanda bir şair, yazar, düşünür ve siyasetçidir de. Bakanlık dönemindeki diğer çalışmalarına da bir göz atalım.
*Ankara Tıp Fakültesi, İstanbul Teknik ve Ankara Üniversitelerinin kurulması,
*İlk Neşriyat Kongresinin toplanması. Burada Tercüme ve Ansiklopedi Büroları oluşturuldu. Tercüme Bürosu’nun çalışmaları sonucu 1946 yılı itibariyle toplam 496 eser çevrilmiştir. Bunlar Klasik Yunanca, Fransızca, Almanca, İngilizce, Rusçadan çevrilmiş eserlerdir. Bazı İslam ve Şark Klasikleri de çevrilmiştir.
*Opera, bale, tiyatro ve güzel sanatların gelişimi filizlendi. 29 Ekimlerde resim heykel sergilerinin açılmasını gelenek haline getirdi.
*Bugün de benimsediğimiz 7 coğrafi bölgenin tanımlandığı Birinci Coğrafya Kongresi’nin mimarıdır.
* Anayasa dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmaları
Ne yazık ki Cumhuriyet Dönemi başta olmak üzere yeni kurulan ülkemizin eğitim tarihinde böylesine çok önemli yeri olan gerçek bir vatansever ve halksever olan Yücel yaptığı bunca hizmetlere rağmen büyük haksızlıklara uğramış ve büyük acılar çekmiştir. Fakir Baykurt’un da belirttiği gibi “Tüm bunları yaşarken de kendi partisi (y.n.)(o zamanki CHP) kendisini yalnız bırakmıştır. Devam edelim Fakir Baykurt’u dinlemeye:
“Neymiş; Köy Enstitüleri ve klasikler yoluyla, hazırlattığı ansiklopediler, desteklediği antolojilerle, Türkiye’de komünistliği getirmek istemiş.! Aslı faslı olmayan kampanyalar sonucu açılan davada Kenan Öner gibi bir demagogun eline bırakıldı, yeniden aday listesine alınmadı, partisince milletvekili seçilmesi engellendi. Emin Soysal gibi fırsat düşkünleri Meclis kürsüsünden O’na ve Hakkı Tonguç’a ve Köy Enstitülerine saldırırken, saldırı görenler savunulmadığı gibi, onların kendilerini savunmasına olanak da verilmedi. Ama Yücel yılmadı. Ulus gazetesinde yazma olanağı elinden alınınca Cumhuriyet’te yazdı, ölünceye kadar oradan ışık saçtı.’(Devrimin Seher Yıldızları-Eğitimde Aydınlanmanın Öncüleri ADK kitabında Fakir Baykurt’un 12 Nisan 1997’de Antalya Kültür Merkezi’nde yapılan Hasan Ali Yücel’i Anma Toplantısı’na Duisburg’dan 25 Mart 1997’de gönderdiği metin)
Halkçı Kamu Emekçileri olarak Ortaçağcı gericiliğin  Kuvayi Milliye önderlerimize ve Kuvayi Milliye  yadigarı  kurumlarımıza pervasızca  saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşımız sonrasında büyük bir özveri ve heyecanla eğitim ve kültür alanında ülkemizin kalkınmasında emeği geçen değerlerimizden Hasan Ali Yücel’i saygıyla anıyoruz.
Halkçı Kamu Emekçileri   

26.02.2018

Devamını Oku